Kalabalıklar içinde yalnızlıktan kurtulalım!
Yaşar Değirmenci
Kalabalıklar içinde yalnızlıktan kurtulalım!
YAŞAR DEĞİRMENCİ
İnsan duyarlılık ve duruşu ile değerlidir. Duyarlılığını kaybeden, duruşunu bozan insan eşreften esfele savrulur. İşte insanoğlunun en acı hüsranı; duyarsızlık, umursamazlık.
Aynı zamanda insanın kendisine verdiği en büyük zarar, umursamazlık. “Boş verme, nemelazımcılık” mantığı insanımızı sıradanlaştırıyor. Olumsuzluklar karşısında “bir şey olmaz” anlayışının da insanı nasıl değersizleştirdiğini görmekteyiz. Zulmü umursamayan Müslümanlar zamanla zalimler tarafından yönetilir hale geliyorlar. Allah’ı ve Ahireti unutan, kulluk sorumluluklarından kopan duyarsız Müslümanlar, hayatın anlam ve amacından hızla uzaklaşıyorlar. Arzular öne çıkınca, bireysel çıkarlar konuşunca; ilkeler, ölçüler, değerler, doğrular, kutsallar devre dışı kalıyor. Arzu ve isteklerin, heva heveslerin hâkimiyeti başlayınca hassasiyetler köreliyor. Konfor, kariyer, kapitale bağlı kompleks ve kaprisler kulluk ve kardeşliği tehdit ediyor. Müslümanların dertleriyle dertlenmeyenler kişisel ikbal peşindeler. İnsanların acı ve ıstıraplarını umursamayanların, insanlık sefaletine şahitlik ediyoruz. Zulme uğrayanların çığlığını duymazdan gelen, merhamet damarları tıkalı, yüreği nasırlaşmış, çağın “umursamayan insanı” yeryüzünün en büyük dramı. Gazze’de yaşananlar karşısında kahredici suskunluk ve umursamazlık, merhamet ve insaniyet testinde sınıfta kaldığımızı gösteriyor. Yaşanan insanlık trajedisi karşısında susan herkes suç ortağıdır!
Mesafelerin kısaldığı, iletişimin kolaylaştığı bir zamanda hiç olmayacak kadar bir yalnızlığa sürüklendi insan. Kalabalıklar içinde yalnızlık. Mahalle, cemaat, aile bireyin sığınağıydı. Samimiyet, insanlığın adresiydi. Modern zihniyet insanı insandan uzaklaştırıp eşyaya esir kılıyor. Eceli belirleyenin Allah olduğunu, rızkı, şifayı verenin Allah olduğunu, eve huzur, kazanca da bereket verenin, onu bütün bela ve musibetlerden koruyacak olanın da Allah olduğunu unutan, kendini müstağni gören, para, güç ve imkânlarıyla her şeye sahip olabileceğini zanneden Müslüman, dünyevileşme hastalığından âcilen kurtulmalıdır.
Ahlâkımızdan, adaletimizden, kardeşliğimizden, merhametimizden ve değerlerimizden her türlü tavizi verdiğimiz ama itibarımızdan zerrece taviz vermediğimiz bir Müslümanlık yaşıyoruz. Sadeliğin yerini gösterişin, mütevazılığın yerini kibrin, nezaketin yerini kabalığın, samimiyetin yerini protokol kurallarının, kardeşliğin yerini menfaat hesaplarının aldığı bir dönemdeyiz. Dünyayı değiştirmek için yola çıkan Müslümanların nasıl da dünyaya daldıklarına ve değiştiklerine hayret ettiğimiz günlerden geçiyoruz.
Bütün ezilenlere, sömürülenlere, haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayanlara,evini geçindiremeyenlere, işsiz kalanlara, faiz ve borç batağına düşenlere, günahlardan kurtulamayanlara, boşanmanın eşiğine gelenlere, çocuklarına söz geçiremeyenlere, psikolojik buhran yaşayanlara yani; bütün umut bekleyenlere umut olabilecek, toplumun her kesimine dokunabilecek bir davete ihtiyacımız var. Sevdiren ve nefret ettirmeyen bir dilin hâkim olduğu bir davete ihtiyacımız var. Tebliğ ettiklerini temsil edebilen, hâl ile örnekliği esas alan, eylem ve söylemleri çelişmeyen, ahlâkıyla, adaletiyle, aile hayatıyla, siyaseti ve ticaretiyle örnek olan davetçiler tarafından sunulacak bir davete ihtiyacımız var.
Daveti siyasi iktidarların ya da ekonomik güç sahiplerinin, holdinglerin ve şirketlerin sağladığı imkânlara teslim etmeyen, çağrısının gücünü bizzat davetin kendisinden alan, sivilliğini ve özgürlüğünü kaybetmeyen, statükoya teslim olmayan bir davete ihtiyacımız var. Enerjisini kendi kardeşlerine harcamayan, şahıslara, partilerle, gruplarla değil bizzat bu bozuk düzenin kendisine muhalefet eden, düzenin tekliflerine ve tehditlerine eyvallah etmeyen, mala, makama ve dünyalıklara tamah etmeyen, servete, şehvete ve şöhrete köle olmayan bir davete ihtiyacımız var. Irkına, partisine, cemaatine, tarikatına, hocasına değil yalnızca İslam’a çağıran bir davete ihtiyacımız var. Her hayra motor, her şerre fren olabilen, kim yaparsa yapsın yanlışa yanlış diyebilen, kendinden olanın hatalarını görmezden gelmeyen, tevil etmeyen, üstünü örtmeyen, her şart ve durumda hakkı ayakta tutan ve adil şahitliği ilke edinmiş bir davete ihtiyacımız var. İslam ve Müslümanlar nazarında meşruluğunu ve mutedilliğini kaybetmeyen, gerçeklikten kopmayan, açık ve şeffaf olan, şüphe değil güven ve eminlik telkin eden, toplumun her kesimine sunulabilen bir davete ihtiyacımız var. Bir derneğe, bir medreseye, bir STK’ya, bir sosyal medya platformuna, bir YouTube hesabına hapsolmayan, hayatın tam ortasında, çarşıda, pazarda, düğünde, cenazede, siyasette, ekonomide, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinde var olan doğal bir davete ihtiyacımız var. Davetçimiz; dinini yaşayan, yaşatan, örnek olan, vefakâr, fedakâr cefakâr olarak yaşayan Peygamberimizin izini süren bir davetçinin daveti olsun. Yeryüzünün en güzel örnekliğini taşıyan Peygamber Efendimizin hayatında öne çıkan öncelikleri bilmek mecburiyetimiz var. Peygamberimize ümmet olma sorumluluğunu sürdürebilmek için öncelikleri ile bizim önceliklerimizin örtüşmesi gerekiyor. Çünkü kişinin duruşunu ve onurunu belirleyen öncelikleridir. Peygamber Efendimiz; “Dünya ile benim ne alakam olabilir ki ben bir yolcu gibiyim bir ağacın altında gölgelenen bir yolcu; sonra da orayı terk edip yoluna devam eden...” Şunu çok iyi bilir ve uyarıyordu; “Bu ümmetin helak ve hüsranının dünyevileşmekten olacağını” sürekli ahiret öncelikli sade bir hayat teklif ve tercih ediyordu Hayat rehberimiz olan Peygamberimiz.
Hazret-i Ömer, kölesi ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Şam’a girerken deveye binme sırası köleye geldiği için, köle deve üzerinde idi. Şam ordusunun kumandanı olan Ebu Ubeyde bin Cerrah, bir heyetle karşılayıp, “Ya Halife! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmezler” der. Hazret-i Ömer buyurur ki:
Ya Eba Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, şerefi, vasıtaya binip gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, Müslüman olmakta olduğunu anlamayacaklar. Biz aşağı insanlardık. Allah Teâlâ Müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Onun verdiği bu şereften başka şeref ararsak, Allah Teâlâ bizi yine zelil eder. İzzet, İslam’dadır. İslam’ın ahkâmına uyan, aziz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, şerefi başka şeylerde arayan zelil olur.
“Şuurlu ve kâmil mü’minleri bırakıp, kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Allah’a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkârda ısrar eden kâfirleri candan dost, müttefik, veli edinenler, kâfirleri kendilerine hâkim hale getirerek işlerini, onların ellerine bırakanlar, onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, izzet ve şeref, kudret ve hükümranlık bütünüyle Allah’a aittir.” (4 Nisa 139)