BIST9.548,09%-1,36
USD32.5023%0.22
EURO34,5765%0.32
ALTIN2.500,57%0.70

Akdeniz’de Gerilim Siyaseti ve Taraflar

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Abone OlGoogle News
07 Eylül 2020 09:18

Yunanistan, 1830 yılında, İngiliz, Fransız ve Rus uzlaşısıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmek ve Türkleri Anadolu’dan ve Akdeniz coğrafyasından atmak için kurdurulmuş “proje” bir devlettir. Bu devlet, özellikle 1897 Osmanlı-Yunanistan savaşından itibaren dönemin büyük güçlerini arkasına alarak maksimalist politikalar uygulama ve kendi imkanlarını kullanmadan genişleme politikasını hep başarıyla sürdürmüştür.

Nitekim Yunanistan, bu yaklaşımının uzantılarını bugün Akdeniz’deki hidrokarbon ve enerji kaynaklarının paylaşımına dair hâkimiyet mücadelesinde de sergilemektedir. Özellikle 2003 yılından itibaren farklı ülkelerle ikili anlaşmalar yaparak – Türkiye’yi dışlayarak İsrail’den Avrupa’ya enerji geçişini sağlaması umulan-EastMed projesini hayata geçirmeye çalışan Yunanistan, 2013 yılında İngiltere ve ABD ile anlaşarak bugün Türkiye’yi Akdeniz’de kuşatma politikasının temellerini atmıştır. Hatta bu politikaların geçmişi, İsrail’in 1982’de Yinon Planına kadar götürülebilir. Haddi zatında bugün muhtemel bir Türk-Yunan çatışmasından en karlı çıkacak ülke, bizatihi İsrail olacaktır.

Ne var ki Türkiye’nin Mavi Vatan doktrinini hayat geçirmesi ve bu bağlamda Libya ile birbiri ardınca yaptığı stratejik anlaşmalarla beraber kırk yıldır kotarılmaya çalışılan bu planlar, bir çöp mesabesinde kalmıştır. Tam da bu esnada Türkiye’nin uluslararası hukuktan aldığı güçle Akdeniz’e açılması ve sismik ve sondaj gemileriyle Meis açıklarına ilerlemesi, tüm bu tarafları harekete geçirmiş ve Yunanistan’ı – daha önce pek çok defa olduğu gibi – Türkiye’nin önüne atma refleksi hâkim hale gelmiştir. Bununla birlikte Cumhurbaşkanımız, Yunanistan’la hukuk çerçevesinde anlaşılabileceğini ve karşılıklı hukukun uzlaşma yoluyla sağlanabileceğini belirtmiş ve Yunanistan’ın AB ve ABD dayanarak attığı cüretkâr adımların Yunanistan’a vereceği zarar hususunda bu ülkeyi ihtar ve ikaz etmiştir. Hatta Doğu Akdeniz’de ilgili taraflarla kapsamlı bir müzakere yapmaya yönelik bir platform olarak Akdeniz Konferansı toplanmasını teklif eden Cumhurbaşkanımız, hukuk ve hakkaniyet vurgusu yaparak, ön şartsız ve adil bir diplomasi masası kurmayı benimsemiştir.

Ancak Yunanistan’ın bu masada yeri yoktur. Zira Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de sınırı yoktur. Benzer bir yaklaşımla AB Dönem Başkanı Almanya’nın devrede olduğu dönemde Mısır’la yaptığı anlaşma da yok hükmündedir. Zira Yunanistan’ın Mısır ile deniz sınırı ve komşuluk ilişkisi yoktur. Bu konuda Türk ve Yunan tezlerinde var olan ayrışma, adaların kıta sahanlığının mevcudiyeti meselesine dayanmaktadır. Tüm uluslararası hukuk metinleri, ada devletlerine birtakım farklı istisnalar sunmakla beraber, adalara kıta sahanlığı vermemektedir. Buna ilaveten Ege, özel bir denizdir ve 1923 Lozan ve 1947 Paris anlaşmalarıyla adalarının statüsü belirlenmiştir. Özellikle adaların Yunanistan’a devrini ele alan Paris anlaşması, devrin adaların silahsızlandırılması gibi – her türlü askeri faaliyeti ve tatbikatı men eden- bir şartla mümkün olabileceğini açık hükme bağlamıştır.

Günümüze geldiğimizde Yunanistan’ın on iki adaları ve statüsü henüz netleşmemiş adaları silahlandırması ve Meis adasına asker çıkarması, söz konusu adaların mülkiyetine yönelik yeni bir tartışmaya zemin hazırlamaktadır.

Öte yandan ABD’nin Güney Kıbrıs’a yönelik silah ambargosunun bir yıllığına kaldırması, doğrudan Suriye’de kurmaya çalıştığı terör devletiyle alakalıdır. Nitekim PKK/YPG ile Suriye petrolleri üzerinden anlaşmaya varan ABD, Irak Kürtleriyle- tabii ki PKK mensuplarını kast ediyoruz – birleşik bir terör devletini ilk tanıyacak ülke olacaktır. Aynı şekilde Güney Kıbrıs’ta üs kurmaya hazırlanan Fransa da bu terör devletin en önemli hamisi olacaktır. Bu sözde devletin amacı oldukça açıktır: Bölgede ikinci bir İsrail olarak Siyonizmi yalnızlıktan kurtarmak. Tabii ki bunun sağlanması için Türklerin Anadolu’dan atılması, bu mümkün değilse Antalya limanına hapsedilmesi gerekmektedir. Doğu Akdeniz’de Yunanistan üzerinden yaratılan krize ve söz konusu krizin tırmandırılmasına bu boyuttan bakmak ufuk açıcı olacaktır. Böylelikle Türkiye’nin tüm enerjisi Akdeniz’e çekilerek Suriye’de bir oldubitti yaratılmak isteniyor.

Burada dikkat çeken en önemli husus, tüm bu politikalar yürürlüğe geçirilirken Yunanistan’ı cesaretlerinden tüm tarafların, bu ülkenin hukuken elle tutulur ve desteklenebilir hiçbir boyutunun olmadığını bilmeleridir. Nitekim bu nedenle Türkiye ile Yunanistan arasında tavassut rolü üstlenen Merkel de; “Yunanistan’ı destekliyoruz, ancak haklı oldukları hususlarda” diyerek ikircikli tutumlarının nedeni ortaya koymuştur. Her ne kadar bu açıklama Yunan kamuoyuna Almanya’nın tam desteği olarak pazarlansa da, Avrupa Birliği aracılık rolünü başaramadığını görerek geri çekilmiştir. Bunun üzerine NATO, iki müttefikinin çatışmasının önlemeye yönelik teknik bir mekanizma oluşturmak üzere devreye girmiştir. Zira NATO çok iyi bilmektedir ki çıkabilecek bir Türk-Yunan savaşı, zaten hiçbir misyonu kalmamış olan NATO’yu tamamen ortadan kaldırabilecek bir potansiyele sahiptir.

Ne var ki, krizi tetikleyen ülke, Fransa’dır. Çünkü Türkiye’nin Barış Pınarı ve Zeytin Dalı Operasyonlarını, NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye’nin Kürtleri katletmesi olarak değerlendiren ve NATO’nun bu operasyonlara müdahale etmeyişini, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” ibaresiyle izah edilebileceği belirten Macron, Türk düşmanlığı ve nefretinin sembol ismi haline geldi.

Birleşmiş Millet Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) beş daimi üyesinden birisi olan ve bu statüsü gereği dünyada barış ve istikrarı sağlama misyonuna sahip olan Fransa, Akdeniz’de terör, anarşi ve çatışmanın alevlenmesi için canhıraş bir çaba içerisine girdi. Öyle ki en büyük uçak gemisi Charles de Gaulle’ü bölgeye göndermekte tereddüt etmeyen Makron, Türk-Yunan çatışmasından medet ummaya başladı. Zira ekonomisi çökmüş, iç siyaseti fasit bir döngüden çıkamamış ve sarı yeleklilerin gazabından kurtulamamış Fransa’nın devlet başkanı Makron, ancak dışarıda bir zafer kazanırsa iktidarını sürdürebilme fırsatı yakalayabilecekti.Öte yandan Avrupa Ordusu hayali kurarak Avrupa’yı ABD hegemonyasından kurtarmak da ancak NATO’yu zayıflatmakla mümkün olabilirdi. Nitekim NATO’yu bitirmenin en kısa ve garantili yolu, NATO’yu anlamsız kılacak bir Türk-Yunan savaşı olmalıydı.

Ayrıca Almanya ile AB liderliği konusunda rekabet içinde olan Fransa, Türkiye hususunda kötü polisi, Almanya ise iyi polis rolünü oynamaktaydı. Konjonktürde en küçük bir oynama olduğunda, Almanya’nın da aleyhimize dönmesi içten bile değildi. Türkiye’nin burnunu sürten ve Yunanistan açıklarında durduran bir Makron, pekâlâ Avrupa’nın lideri olabilir ve iç politikada da zaferini ilan edebilirdi.

Bununla birlikte Libya’da eşitler arasında adil bir ilişki sistemi kuran Türkiye’nin başarılı olması, Fransa'nın en büyük kâbusuydu. Zira Türkiye’nin bu modeli yerleştirmesi ve üsleri marifetiyle Libya’ya kalıcı biçimde yerleşmesi durumunda, Afrika’nın Fransa sömürüsü altındaki on dört ülkenin isyan ederek statüko zincirini kırıp atması içten bile değildi. Bu senaryo gerçekleşir ve yetmiş yıldır Fransız zulmü altında inleyen bu ülkeler gerçekten bağımsız olursa, Fransa yıllık beş yüz milyar doları bulan sömürge gelirlerini kaybederlerdi. Bu nedenlerle Türkiye’yi bölgeden kovmak, Akdeniz havzasından uzaklaştırmak, Fransa açısından en az NATO’yu zayıflatmak kadar ehemmiyet taşımaktaydı. Fransa’nın Güney Kıbrıs “korsan” devletinden ısrarla üs talep etmesinin arkasında bu nedenler yatmaktaydı.

Sonuç olarak ABD’nin Güney Kıbrıs’a uyguladığı silah ambargosunu kaldırması ve Fransa’nın burada üs kurması da hep eski planları hayata geçirerek Türkiye’yi Akdeniz’den kovma hedefine odaklanmaktadır. Seçimlerde bir adım öne geçerek ipi göğüslemekten başka düşüncesi olmayan Trump da Türkleri bölgeden kovmayı, acaba seçim malzemesi yapmayı düşünmüyor mudur?

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Akit TV köşe yazarı