BIST9.673,73%1,57
USD32.5866%0.18
EURO34,8742%0.54
ALTIN2.507,96%0.94

Sirte ve Cufra’da Taraflar, Müzakere ve Operasyon

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Abone OlGoogle News
25 Temmuz 2020 09:17

Vatiyye üssü ve Tarhune’nin Türkiye destekleri Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) tarafından ele geçirilmesinin akabinde gergin ve uzun bekleyiş sürüyor. Bu beklemenin ardında birtakım nedenler var. Öncelikle bölgenin zorlu coğrafyası uçuşlar için problem yaratıyor. Uzun ve namütenahi düz arazi, radarların fonksiyonunu artırırken, uçuşları ve hava faaliyetlerini tehlikeye atıyor.Bu nedenle Türkiye’nin F16’larla Sirte ve Cufraya yapacağı operasyon öncesi ön almak amacıyla Rusya, dolambaçlı yollardan uçak ve uçaksavarlarını bölgeye intikal ettiriyor.

Öte yandan Sirte ve Cufra’nın Libya’daki en stratejik alanlar olması hasebiyle tarafların ilgisi bu bölgeye odaklanmış durumda.Kazananın yanında yer alarak bölgede enerji kaynaklarına ortak olma mücadelesi veren ABD ise ikili oynamaya devam ediyor. Bir yandan Türkiye’ye destek açıklamaları yaparken öte yandan Hafter’le müzakereleri sürdürmeyi de ihmal etmiyor. Yapılan en son görüşme, Hafter’in siyasi bir aktör olarak kalabilmesi için son şans olarak değerlendiriyor. Müzakere, Hafter’in Sirte ve Cufra’yı terk ederek 2015 sınırlarına çekilmesi teklif ediliyor. Akabinde siyasi müzakerelerin başlaması ve sahadaki durumun masaya da yansıtılması suretiyle nihai barışın tesisi istikametinde adımlar atılacağı umudu taraflara pompalanıyor. ABD’nin beklentisi, Hafter’in engellediği petrol akışının tekrar başlaması ve Libya petrollerinin uluslararası piyasa ile buluşturulması. Tabii ki bu kabil görüşmelerin, Birleşmiş Milletlerin (BM) meşru tek aktör olarak gördüğü Serrac Hükümetini zayıflatmayı hedeflediğini ve bizatihi BM’nin itibarını zedelediğini de kayda geçirmemiz lazım.

Sürecin en büyük kaybedeni olarak Fransa ve Yunanistan’ı görüyoruz. Libya’yla Türkiye’nin yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Anlaşması, gene Libya Deniz Sınırlarını Belirleyen Mazbata ve nihayet Türkiye’nin meşru hükümetin çağrısıyla Libya’daki varlığı neticesinde EastMed adını verdiği petrol boru hattı projesiyle birlikte tüm hayalleri boşa çıkan Yunanistan,Türk tehdidinden müthiş bir endişe duyuyor. Almanya’nın aracı olması hususunda ricacı olan Yunanistan’ın hâlihazır hükümeti, Türkiye ile gizli müzakere ettiği ortaya çıktıktan sonra ciddi problemlerle yüzleşmek durumunda kalıyor. Kıbrıs’ta ve Ege adalarında sondaj çalışmaları başlatan Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne (AB) şikâyet eden Yunanistan, Türkiye’nin sismik araştırma gemisi Oruç Reis’in Doğu Akdeniz ve Meis Adası arasında araştırma faaliyetlerine başlaması ve bu nedenle NAVTEX ilan etmesiyle alarma geçmiş durumda. Bu hamlenin verdiği korkuyla Güney Kıbrıs gezisini yarıda kesen Yunanistan genelkurmay başkanı, askerini teyakkuzda tutuyor.

Fransa ise bir yandan Libya’daki statükonun değişmesiyle yıllık 500 milyar Euro sömürdüğü diğer Afrika ülkelerine emsal olabilecek bir dönüşümü engellemeye çalışıyor, öte yandan da Libya petrollerini TOTAL’e peşkeş çekebilmek için formüller arıyor. Ne var ki süreç ilerledikçe tüm gücüyle destek verdiği Hafter’in bu beklentileri gerçekleştirebilecek bir aktör olmadığını ve zamanın kendi aleyhine işlediğini acı bir biçimde fark ediyor. Fransa’nın Rusya’yı bölgeye çekmesi ve Mısır’ın Libya’nın doğusuna girmesine yeşil ışık yakması ABD’nin gözünden kaçmıyor. Bu nedenle ABD ve NATO’nun radarına giren Macron,hem Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de Fransız gemilerine radar kilitlediği gerekçesiyle NATO’ya şikâyet ediyor, hem de Libya’da NATO karşıtı bir tutum sergilemekten ve Rusya’yı öncelemekten çekinmiyor.

Libya özelinde tüm bunlar konuşulurken denkleme aniden Mısır ordusunun giriverdiğine şahit oluyoruz. Mısır’ın darbeci diktatörü Sisi’nin “Sirte kırmızı çizgimizdir” açıklamasından çok kısa bir süre sonra Tobruk’taki Meclis’in Başkanı Akile Salih, tarihte ilk defa şahit olunan bir davet yayınlayarak, kendi ülkesini işgal etmesi için Mısır’ı Libya’ya çekmek istiyor. Bunun nedeni, öncelikle Tobruk yönetiminin Rus Wagner paralı askerlerine güvenememeleri. Zira Vatiyye ve Tarhune operasyonlarında Wagner’in hızlı bir biçimde geri çekilmesi ve yeterli savunma kapasitesini yansıtmamaları Akile Salih ve yandaşlarını düşündürüyor. Wagner’in pasif kalmasının ve an itibarıyla Cufra ve Sirte’den çekilmesinin temel nedeni, BM’nin ve ABD’nin tehditleri. Moskova yönetimi, bölgede Rus askerlerinin cesetleri kayıt altına alınır ve uluslararası kamuoyuyla paylaşılırsa, durumun merkezi Hollanda’nın Lahey kentinde bulunan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) intikal edeceğinin ve başının belaya gireceğinin fena halde farkında olması.

Haddizatında Mısır Ordusu’nu Libya’ya sürmenin arkasındaki asıl motivasyon, Türkiye’yi sıkıştırmak. “Ortak kader” adı verilerek başlatılan bu süreç, Arapları ancak Arapların kurtarabileceği fikrinden hareketle Türkiye’nin “gayrimeşru” ve “sömürgeci” bir güç olarak bölgede bulunduğu iftirasını ortaya atmak ve bu yolla Arap milliyetçiliğinin fitilini ateşlemek. Makro planda ise Arap milliyetçiliğinin körüklenmesi suretiyle Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika’daki faaliyetlerinin baltalanmak istendiği bariz bir biçimde görülüyor.

Mısır’ı “intihar” denebilecek böyle bir hamle yapmaya iten güçlerin başında İsrail geliyor. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Fransa da Sisi koalisyonun diğer ortakları konumunda denklemde yer almaktalar. Bu üç ülkeyi birleştiren tek parametre, Türk düşmanlığı ve Türkiye’ye duyulan nefretten başka bir şey değildir. Serinkanlı bir analiz yapıldığında Mısır ordusunun Libya’ya girmesinin Sisi’ye karşı bir tuzak olduğu görülebilir. Zira elli yıldır savaşmamış ve Sina yarımadasındaki 700 İŞİD militanıyla baş edemeyen ve ticaretin dışında hiçbir hüneri olmayan Mısır ordusunun, bir çılgınlık yapması durumunda ciddi bir hezimete uğrayacağı ve Sisi rejiminin bu yenilginin altından kalkamayarak helak olacağı muhakkaktır. Ne var ki aciz bir kukla konumunda olan Sisi’nin akıbetini görse bile, ipini elinde tutan efendilerine boyun eğmek ve altın tepside kendisine iktidar sunanlara diyet borcunu ödemek gibi bir mecburiyeti de vardır.Ancak burada göz ardı edilememesi gereken itiraz, Rusya’dan gelmektedir. Zira Mısır ordusunun da Libya sofrasına oturması durumunda Rusya ve menfaatleri ikincil konuma düşecektir.

Kendinden emin bir ilerleyiş içinde yoluna devam eden ve Libya’daki en önemli aktör olarak Türkiye’nin pozisyonuna baktığımızda, güçlü ve kapsamlı bir operasyon öncesinde müzakereye ve masaya şans taşıyan bir temkinlilik görmekteyiz. Bölgede pek çok toplu katliamın sorumlusu olan Hafter’in ABD zoruyla 2015 sınırlarına çekilerek Sirte ve Cufra’yı terk etmesi durumunda siyasi çözüme hazır olan Türkiye ve UMH, kan akmaması için elinden geleni yapıyor. Ancak Hafter güçleri – Sirte ve Cufra’yı terk etmeksizin- geçici bir ateşkes sağlayarak zaman kazanmaya çalışıyor. Bununla birlikte Türkiye’nin Libya’daki kararlılığını ve tavizsiz tutumunu en başta Rusya olmak üzere tüm taraflar biliyor. 2015’ten itibaren ulusal güvenlik stratejisini yenileyerek önce hendek savaşları yapan PKK’yı, sonra da Meclis’i bombalayan FETÖ’yü önemli ölçüde bertaraf etmeyi başaran Türkiye, aktif bir dış politika izleyerek sert ve yumuşak gücünü seferber etmektedir. 5 Mart Mutabakatı öncesi İdlib’te Türkiye’nin şiddetini ensesinde hisseden Rusya, buna mukabil, Tovuz’da bir Ermenistan-Azerbaycan çatışması çıkarak Türkiye’nin dikkatini başka yönlere dağıtmak ve gene Ermenistan-Azerbaycan sınırında 150 bin asker ve 400 savaş uçağıyla bir tatbikat yaparak Türkiye’ye gözdağı vermek dışında bir şey yapamamaktadır.

Sonuç itibarıyla ABD, BM ve Fransa dışında NATO’yla birlikte Türkiye’nin desteğini arkasında bulan UMH; Sirte ve Cufra’da yığınağını yaparak savaşmaya hazır bir vaziyette müzakere sonuçlarını beklemektedir.Birkaç gün içinde müzakerelerden Türkiye ve UMH’yi tatmin edecek bir sonuç çıkmaması durumunda büyük bir operasyonun ayak sesleri duyulmaya başlanacaktır.

Ayasofya ve Bizans

Nitekim -Cumhuriyetin kurucu anlaşması olan Lozan’ın yıldönümü- 24 Temmuz günü Ayasofya’da büyük bir katılımla eda edilecek Cuma namazını tüm bu siyasi ve askeri gelişmelerden bağımsız okumamak gerekir.Zira Ayasofya, dinler açısından taşıdığı ehemmiyet ve fethin sembolü olarak taşıdığı değere ilaveten Türkiye açısından bir küresel güvenlik meselesi olarak da algılanmaktadır. Danıştay’ın Ayasofya kararının akabinde gelen uluslararası tepkiler de Türkiye’nin bu kaygısının yersiz olmadığını göstermektedir. Bu tepkiler içinde en dikkat çekeni Yunanlı Bizans tarihçisi Helene Ahrweiler’e ait olandı: “Bizans İmparatorluğu ikinci kez çöktü”.Haddizatında bir Ortodoks eseri olan ve 1204 ‘te Latin Katolik istilasına uğrayan ve Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde harabe mahiyetinde olan Ayasofya’nın - 481 yıl cami olarak kullanıldıktan sonra - müzeye dönüştürülmesinde de Ortodoks etkisi bulunmakta. Zira boğazların hâkimiyetinin Japonya liderliğinde bir heyete ait olduğu dönemden Montrö’ye giden süreç esnasında Türkiye’ye en büyük baskı, Rusya’dan gelmekteydi. Ayrıca Hatay’ın anavatana ilhakı problemi de Ayasofya’nın statüsüyle doğrudan alakalı görülen bir diğer önemli meseleydi.Geldiğimiz nokta, pandemi sonrası kurulmakta olan yeni dünyada Türkiye’nin yeri ve konumu hususunda bize ve aynı zamanda tüm dünyaya fikir veren bir mesaj niteliğindedir.

İstanbul Yahudileri

Ayasofya’nın kılınacak ilk cumanın arifesinde, yabancı basın tarafından başlatılan algı operasyonlarına bir nevi cevap niteliği taşıyan bir eseri takdim etmek istiyorum: Araştırmacı, yazar ve eğitimci Mahmut Haldun Sönmezer’in kaleme aldığı,Modernleşme Sürecinde İstanbul Yahudileri (Bir Alan Araştırması) adını taşıyan ve Post Yayınları tarafından Haziran 2020’de yayımlanan eser… Esas olarak modernleşme-dini inanç arasındaki korelasyondan yola çıkılarak kurgulanan kitap, Anadolu’da binlerce yıldır varlığını sürdürmesiyle dikkat çeken Yahudi toplumunun, tarihsel süreç içerisinde geçirdiği evreleri, içinde yaşadıkları topluma entegrasyon süreçlerini, itikat, dini ritüel ve pratiklerini – çok çarpıcı boyutlarıyla – ele alıyor.Özelde hâlihazırda İstanbul’da yaşayan Yahudilerin sinagoglarını, Türk toplumunun çeşitli kesimleriyle zamanla geliştirilen farklı ilişkilerini ve bu azınlık cemaatinin Türklerle birlikte yaşama azim ve kararlığını farklı analiz düzeyleriyle tartışmaya açan yazar, özgün bir saha çalışmasıyla argümanlarını test ediyor.

Yunan basınında Türkiye’deki her kilisenin camiye dönüştürüleceği ve dini azınlıklara hayat hakkı verilmeyeceğine dair provokatif haberlerin aksine Sönmezer, Yahudi cemaatinin Türkiye’de kendilerini hiçbir konuda kısıtlanmış hissetmediklerini ve Türk komşularıyla aynı apartmanda oturmaktan büyük bir keyif alacaklarını yaptığı değerli saha çalışması neticesinde tespit etmiştir.Buna ilaveten, alan araştırmasında görüşlerine başvurulan ve dini pratik ve ibadetlerini yapma hususunda hiçbir zorlukla karşılaşmadıklarını altını çizen katılımcılar, sinagog ve havraların çok iyi korunduğunu ve amaç dışı kullanımın söz konu olmadığını da belirtiyorlar. Özet olarak çalışma, Osmanlı’dan günümüze farklı kültürlerin farklılıklarını yitirmeden bir arada yan yana yaşayabilme pratiğini gerçekleştirme hususunda insanımızın bir imparatorluk ufkuna sahip olduğunu doğrudan ve dolaylı birçok vesileyle ele alıyor. Hanuka, Pesah, Şabat, Roş Aşana, Yom Kipur gibi kutsal gün ve bayramlar, brit-mila, pidyon-haben, bar/bat mitzva gibi tören ve kurallar ve mezuza, şofar, tallit ve tefillin gibi objelerin ve daha fazlasının ana hatlarıyla tanıtıldığı eser, aynı toprakları paylaştığımız bu kadim kültürü yakından tanımamıza imkan tanıyan farklı bir pencere açıyor.

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Akit TV köşe yazarı