BIST9.530,47%-0,18
USD32.539%0.21
EURO34,8893%0.67
ALTIN2.487,41%1.02

Mahkeme özgürlük-güvenlik dengesini nasıl kuracak?

Kenan Alpay

Abone OlGoogle News
15 Eylül 2020 09:35

Hukuk zamanın ruhunu, toplumsal talep ve beklentileri, devlet-toplum ilişkilerini gözetir ama alacağı kararı tüm zamanlar için bağlayıcı ve örnek olmak üzere inşa eder. Konjonktüre bağımlı, siyasal ve toplumsal atmosferin med-cezirlerine göre işleyen mahkeme kararları kısa bir süre için adaletin ikame edildiği yönünde sahte bir tatmin duygusu oluştursa da esasen uzun vadede bile kapanmayan yaralar açmaktalar. Sosyal medyadan yükselen tepkilere göre tutuklama veya tahliye yönünde kararlar veren mahkemeler meselesinin ne denli kronik yaralar oluşturduğunu henüz idrak edemesek de ağır hasarlarıyla karşı karşıya kaldığımızda iş işten geçmiş olacak.

Türkiye’de mahkemelerin ama özellikle de yüksek derece mahkemelerin halka karşı devleti, İslami kimliğe karşı resmî ideolojiyi, temel hak ve özgürlüklere karşı bürokratik teamülleri koruyup kollama yönündeki pozisyonları biliniyor. Başörtüsü ile yüksek öğrenim kurumlarında dahi eğitim görme hakkını gasp etmiş Danıştay ve Anayasa Mahkemesi örnekleri hâlâ tazeliğini koruyor. Yargının yol açtığı yaralar askeri darbe ve vesayetin açtığı yaralardan daha az değildir. Yargı doğuştan gelen hakları kısıtlamak, insanı insan yapan özgürlükleri budamak için fırsat kollayan bir giyotin gibi tepemize dikilmişti. Yargıya yönelik eleştiriler, itirazlar neden özgürlüklerden yana görüş beyan etmediği için yoğunlaşırdı.

Yargı’nın Evrimi

Bir süredir yargıdan beklenen rol zamanın ruhunu amigo gibi benimseyip fanatik bir taraftar gibi sloganik ifadelerle beyan etmesinden ibaret. Evet, 15 Temmuz gibi dehşetli bir darbe sürecini savuşturmaktan ötürü siyasal ve toplumsal yapının her zamankinden daha fazla tetikte durması anlaşılabilir bir durum. Ancak 15 Temmuz kanlı saldırısını büyük bir şeref ve zaferle savuşturmuş olmaktan ötürü bize her zamankinden daha fazla sağduyulu, sakin ve yapıcı bir tavır takınmak düşer. 15 Temmuz travmasını hiç atlatılmayacak, asla atlatılmaması gereken bir ruh hali olarak hayatımıza sabitleyemeyiz.

Bir marifet ve övünç vesilesi gibi “Fetö asla bitmez, hiçbir Fetöcü asla pişman olmaz, Fetöcüler yeni darbe peşinde” gibi hem çok sığ hem de çok mantıksız klişeleri bütün bir toplumun ezberi haline getirmenin kime ne faydası var? Darbe boşa çıkarıldı, darbecilerin başı ezildi, örgüt ve stratejileri bir daha ayağa kalkamayacak şekilde çökertildi. Bu durumda kimi uzun yıllar Fetö içerisinde yer alıp itirafçı olmuş, kimi Fetöcülerle beraber iş tutmuş ama konjonktür icabı saf değiştirmiş kimi de hep askeri darbeleri kışkırtmış ve provokasyonlar tertiplemiş bürokratik oligarşi artıklarının ürettiği vesvese ve panik havasına neden kulak veriliyor? Ülke ve toplumu bitimsiz bir OHAL havasına mahkûm etmek, bitip tükenmeyen bir seferberlik iklimine mecbur kılmak psikolojik, siyasi, iktisadi ve hukuki açıdan muazzam zararlar oluşturuyor.

Bir darbe kurumu olarak doğan ve uzun yıllar halka karşı, halkın siyasi iradesine karşı güya hukuk adına alenen barikatlar kuran Anayasa Mahkemesi kim ne derse desin 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında oluşan yapısıyla ciddi bir değişime uğradı. “Yargıyı Fetö el geçirdi” söylemi bir asırdır yargıda korkunç bir hegemonya kuran Kemalist vesayetin şirretliklerini örtmekten başka bir işe yaramıyor. Fetö’den önce mahkemeler hep adalet, huzur ve güven dağıtıyordu da bu nankör halk ve siyasi temsilcileri unutmuştu sanki.

Acımız Var Ama Hukuka da Uyacağız

Uzatmadan söyleyelim: İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Anayasa Mahkemesi’nin karayollarında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlenmesiyle alakalı aldığı bir karardan ötürü eleştirdi. Olabilir, herkes gibi İçişleri Bakanı Soylu’nun da eleştirme hakkı hatta sorumluluğu vardır. Zaten konuşmasını yaparken verdiği örnekler ve şahit olduğu kimi olaylar yaşadığı sıkıntıyı, duygusallığı da yansıtıyordu. Fakat bununla beraber Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ı devletin güvenliğinde zaafa yol açtığı yönünde suçlayıcı ifadeler kullanması maksadını fazlasıyla aşmıştır. Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olarak Anayasa Mahkemesi Zühtü Arslan’ı eleştirirken kullandığı şu birkaç cümleye beraber bakalım: “Anayasa Mahkemesi karar veriyor. FETÖ’cüler girsin, PKK’lılar girsin ne olacak. Anayasa Mahkemesi Başkanı’na buradan söylüyorum. Madem özgür bir ülkeyiz, ana caddelerde, sokaklarda özgürce yürüyüş hakkının ortadan kaldırılmasını onayladınız. Polis koruması almana gerek yok. Bisikletinle işe git gel bakalım. Anayasa Mahkemesi Başkanı’na söylüyorum kendi arabamla tek başına gitmeye ben varım sen var mısın?

Anayasa Mahkemesi, Fetö’cülerin, PKK’lıların devlet memuru olarak atanmasını mı öngörüyor? Zühtü Arslan veya diğer AYM üyeleri toplantı gösteri ve yürüyüşlerine ilişkin idarenin aldığı tedbiri aşırı bulup eleştiriyor. Güvenlik soruşturması adı altında ortaya koyulan pratiğin fişlemeye dönüştüğünü, ayrımcılığa sebep olduğunu gerekçeleriyle izah ediyor. Bu kararları yerli-yersiz, ölçülü-ölçüsüz diye tartışmak varken neden acaba “polis koruması almadan bisikletle işine gidip gelebilir misin?” diye tuhaf bir soru soruluyor? Bisiklete binip işine rahatça gidemeyen bir mahkeme başkanı, siyasetçi, bürokrat, işadamı veya aydının can güvenliği bütün bir ülkenin ve devletin öncelikli problemidir. Mahkemenin görevi sadece toplumu değil tasarrufları açısından idareyi de denetlemektir.

Terörle mücadelenin de hassas bir hukuku olacaktır. Hukuki açıdan denetim özellikle güvenlikle alakalı birtakım zorluklar, kayıplar çıkarıyor olsa da bu durum hukuki denetimi lüzumsuz veya faydasız kılmaz. Aksine özgürlük-güvenlik dengesini sağlam kurmuş, hukuki süreç ve gerekçeleri eksiksiz işleyen bir idareyi toplum nezdinde daha muteber kılar. İlaveten acıyı şahsileştirmek, bir kesime hasretmek veya diğerlerini belli duygulardan habersiz saymak üzere sarf edilen şu tür cümleler epeyce sıkıntılı: “Sevgili AYM Başkanı, size söylüyorum. Şehit cenazelerindeki 1 yaşındaki çocukların gözyaşlarını ben yaşıyorum. Anne ve babalarla biz konuşuyoruz. Canı yanan biziz.” Duygusal bir konuşma olarak belki etkileyici olur ama acıyı, kayıpları, mücadeleyi ipotek altına alan bir tutum olarak anlaşıldıkça sadece devletin hukukla, kanuni denetimle arasına epeyce mesafe koyması manasına da gelir ki, işte bu çok riskli bir yoldur.

Kenan Alpay

Akit TV köşe yazarı