BIST9.719,16%0,77
USD32.5229%-0.10
EURO34,7975%-0.19
ALTIN2.430,11%0.00

Türk’ün amentüsü altıdır -2-

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
06 Mayıs 2020 06:46

Bez parçasından kanın şekillendirdiği göklerin süsüne; bayrak

Bayrak, sıradan ve düz bir mantıkla baktığınız zaman “devletleşme” nin sembollerinden biri olarak kabul edilir. Bu, uluslararası temsil ve tanınma açısından doğru olabilir ancak Türk Milleti için bayrak dendiği zaman sadece ölçüsü belli olan ve göndere çekilen – tanınma vesilesi olan “bez parçası” değil, kanla şekillendirilmiş – renklendirilmiş, göklerin süsü haline getirilip göndere çekilmiş, altında serinlenmek için “manevi gölge” olarak kabul edilmiş, el uzatıldığında uzatılan elin kolundan kırıldığı hatta kafasının kopartıldığı, Kur’an – kılıç – gelinlik kızın bohçası – şehidin süsü vs tüm olgularımızda hayatımızın en değerli bağlılık sembollerinden biri haline gelmiş ve bu, tarihten bugüne kadar da hep böyle olmuştur.

Orta Asya’nın bağrından kopup Viyana kapılarına kadar dayanan ve sonrasında da günümüz Türkiyesi’ni “vatan” belleyen Türklerin, tarih boyunca değişik sembollerden oluşan “bayrak” ları her zaman var olmuştur. Her gittiği yere bayrağını alıp yeri geldiğinde keferenin bağrına diken, yeri geldiğinde “otağ” ın önünde cüssesini gösteren, yeri geldiğinde Bizans’ın surlarında şahlandıran ve canını verse bile dimdik ayakta tutan ve yeri geldiğinde de olimpiyat yarışlarında – kendini bilmezlere – had bildiren ve göğüs kabartan Türkler, bayrakları için her zaman mücadele vermiş ve onu gönderde “hazır ol” vaziyette tutmuştur. Türk için dönem dönem bayrakların rengi yeşil ya da kırmızı olsa bile değişmeyen tek şey “hilal” ve “yıldız” dır. Kimi zaman tek kimi zaman üç hilal olsa bile Türk, hiçbir zaman hilali ve yıldızı hayatından ve bayrağından çıkartmamış, bağlılığını canı pahasına korumuştur.

Bayrağa “döktüğü kan” la renk veren ve bu uğurda sayısız kan döküp şehadet şerbeti içen Türkler’in, bayrak sevgi / saygısı hiçbir zaman test edilemez. Özel /tüzel, tüm millî ve manevi günler ile bayramlarda gözüken bir yerlerde asılıp şahlandırılan – nazlı bir gelin gibi dalgalandırılan bu kutsal emanet - bazıları gibi g….te değil - her zaman ve zeminde göklerin süsü olmaya devam edecektir.

Ezanları dindirtmeyen, bayrakları indirtmeyen aziz Türk milleti bu uğurda ölenleri de “şehit” kabul ettiği için canı pahasına da olsa el sürdürtmez, dil uzattırmaz. Buna inanmayan deneyip farkı da görebilir.

4 – SIRADAN BİR ŞİİR DEĞİL, O; İSTİKLÂL MARŞI

Devlet olmanın, diğer devletlerle aynı platformlarda saygı ve kabul görmenin / protokol kurallarının olmazsa olmazlarından bir diğeri de “marş” dır. Her bir ülkenin marşlarının ayrı bir hikâyesi – mücadelesi yazılma tarihi olsa bile, Türkler için “marş” denilince akan dereler durur. Bizim marşımız da “istiklâl” dır. Hani o her bir mısrasının kanla yazıldığı, basit bir edebi metin olmayan, “şiir” demek için bile basite alınmayacak ve bağımsızlık mücadelesinin emsalsiz timsali olan “marş” ımız….

İstiklâl Marşı’mızın şairi merhum Mehmet Âkif ERSOY’un, marşımızı ne şart ve koşullar altında kaleme aldığı, yazma mücadelesi ve hazin sonunu anlatmaya kalksak, sadece 10 kıtanın hikâyesiyle karşılaşmış oluruz. Ancak Marş, bizim için bu değildir ve hiçbir zaman da böyle olmamıştır. Kudsiyeti fazla, bağlılığı hiçbir maddi değerlerle ölçülemeyen, içerisinde kan – gözyaşı – şehadet – bayrak / vatan ve iman sevgisini barındıran ve “Allah bir daha bu millete istiklâl marşı yazdırtmasın!” dedirtecek kadar kalbine ilmek ilmek işlettiren, okunduğunda saygı duymayanları da rezil ettirecek kadar ulvi bağlılığımız olan marşımız, bizim kutsal şiirimiz…

Uluslararası tüm yarışma, karşılaşma, toplantı, sempozyum ve olimpiyatlarda tanınırlığınızı arttıran, sizi değerli kılan bayrak gibi marşa da gereken saygı beklenilir ve aldığınız ödüller sayesinde de göğsünüz kabarır, duygulanırsınız. Bir taraftan bayrağınız göndere çekilirken diğer bir taraftan da marşınızın okunduğunu görmenin verdiği hazzın yerini hiçbir şey tutmaz. Bayrak ve marş, ayrılmaz çok değerli bir ikilidir. Bu ikilinin olmadığı - temsil edilmediği ve temsil etmeyen bir devlete ne kadar da “devlet” denilebilir, bu da ayrı bir tartışma konusudur. Bu yüzden biz Türkler, vatan bellediğimiz her yerde bayrağımızı da göndere çeker, marşımızı da dilden dile söyletiriz.

5 – YAZILDIĞI GİBİ OKUNAN, OKUNDUĞU GİBİ YAZILAN DİLİMİZ; TÜRKÇE

“Organ” olarak baktığımızda; tatma, yutkunma, ses çıkartmaya yarayan, ıslak yerde rahat bir şekilde döndürülen bir “et parçası” olarak gördüğümüz dili, bir sonraki adımda ne olacağı – karşınıza ne ya da neleri çıkartıp rezil ya da vezir yapacağı düşünülmeden sadece “konuşma” – “karşılıklı anlaşma” aracı da olarak görürüz. Ancak bu konuşmanın, sözcükler ve işaretler aracılığıyla “yazma” ya döndürüldüğü, kendine ait kuralları – yapısı olduğu andaki hali de “kurum” laşır ve eskilerin deyimiyle “lisan” halini alır.

Adına “Türkçe” dediğimiz Türk dili; Ural – Altay dil grubuna dâhil olup, Moğol, Tunguz, Kore ve Japon dillerinin de yer aldığı Altay dilleri ailesine (topluluğuna) mensuptur. Beşikten mezara kadar öğretilip beynimize kazıtılan bu bilgi, güzel Türkçemizin “yazıldığı gibi okunan, okunduğu gibi yazılan” dil olma özelliğinin çok çok arkasında kalmış ve magazinsel deyimiyle “demode” olmuştur. Türkçenin tarihsel gelişimine - zenginliğine bakmak için örnek olarak; Orhun Abideleri’ni ve Karamanoğlu Mehmet Bey’in dilimizi “resmî dil” olarak ilan etmesini göstermek yeterli olur kanaatindeyim.

2019 yılında UNESCO tarafından yapılan araştırmaya göre bazı ülkelerde kısmî değişiklikler gösterse bile Türkçe, dünyada en çok konuşulan diller arasında 5. Sırada yer almaktadır. Çoğunluğu Orta Asya’daki cumhuriyetler olmak üzere günümüzde 250 milyona yakın insan Türkçe konuşmakta ve yazmaktadır. Okuma – yazma (gramer) kuralları bakımından dünyada en çok konuşulan 25 zor dilin listesinde bile yer almayan Türkçemiz, dünyanın en rahat yazışma – konuşma dilidir.

Batılılaşmayı “medeniyet” - taklitlerden vazgeçmeyecek şekilde kronik hale getirdiği diğer dillerin kelimelerini kullanıp adeta onların müstemlekesi olmayı marifet sayan zihniyet, Türkçemizi “yok olma” tehlikesiyle baş başa bıraktırmış, dil; artık “paçavra” ya dönüştürülmüştür. Bugün başta İngilizce olmak üzere Arapça – Farsça – Fransızca ve mülteci göçleri sayesinde diğer dillerden kendi diline monte ettiği kelimeler sayesinde, özünü kaybetmeye yüz tutmuş bir dille karşı karşıya kalmış bulunmaktayız.

Dilimizi korumak amacıyla kurulan ve bir asra yakın geçmişi olan TDK (Türk Dil Kurumu)’nin, günlük konuşma ve yazışmalarımızda kullandığımız yabancı kökenli kelimelere, “karşılık” bulmak yerine çıkartılacak bir kanunla “yabancı kelimelerin yasaklanması” yürürlüğe konulabilir. Bu konuda Suriye’den gelen mültecilerin açmış olduğu ticari işletmelerde kendi dillerini (Arapçayı) kullanma ve tabela curcunası yaşanması karşısında İçişleri Bakanlığı’nın çıkartmış olduğu “yasaklayıcı” genelge yerinde ama yetersiz bir “yasaklama” olmuştur, daha kalıcı yasakların gelmesi ve dilimizin de bir an önce korunma altına alınması gerekir.

6 – İNSANI “İNSAN” YAPAN DEĞERLERİMİZ

Türkler, Müslüman olduktan sonra ayrılmaz ikili olmuş ve etle kemik gibi birbirlerine kenetlenmişlerdir. Hem genetik ve hem de inancın ona yüklemiş olduğu özellik ve sorumluluklarından dolayı insanî vasıflarını daha da geliştiren bu aziz millet, diğer milletler tarafından adeta parmakla gösterilmiştir. Hoşgörü ve sığınmanın limanı olarak kabul edilen bu milletin birden fazla özelliğine baktığınız zaman karşınıza engin bir umman çıktığını görürsünüz.

CAN – MAL – NAMUS EMNİYETİNİ SAĞLAMASI; Türkler, başta kendi can – mal (ticari emtia, arazi, paraya dönüştürülecek – saklanması gereken tüm değerler) ve namusları (hanımı, anası, bacısı ve akrabaları) olmak üzere kendine teslim – “emanet” edilen tüm değerleri baş tacı eder, sahibi gelene kadar kendisinin gibi bilir, korur ve zamanında da teslim eder. Gerek eski çağlarda, gerek Osmanlı zamanında ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu güne Türkler, hep emanete riayet etmiş, koruma altına almıştır.

Seyyah, eski komutanlar, Hıristiyan ve Yahudi din adamları, tarihte nam salmış tüm tanınmış şahsiyetlerin anıları hep Türklerin engin hoşgörü ve emanete olan düşkünlüklerinden – vermiş olduğu değerlerden bahsederler. Türkler, fethettikleri – sefer düzenledikleri yerleri zalimler gibi talan etmez, başta can olmak üzere mal – namus ve inançlarını emniyet altına alır, hiçbir zaman da dokunmazlardı. Türkleri yakından tanıyan ve bu özelliklerine gıpta ile bakanların çoğu ya sonrasında Müslüman olmuş ya da tam bağlılıklarını göstererek – bu topraklarda yaşayarak ispatlamışlardır. Günümüzde de bu özelliğinden bir şey kaybetmeyen bu aziz millet, sığınma ve barınma için “güvenli kale” olarak görülmeseydi; başta Suriye olmak üzere Afganistan – Pakistan – İran – Irak gibi ülkelerden “mülteci akını” olmaz ve buralarda kalmazlardı. Bu millet, kendisi ve kendi dışında kalan tüm insanlara bu değeri vermeye devam ettiği sürece aziz ve asil olmaya devam edecektir.

MERHAMETLİ OLMASI; Acıma, merhamet, yardımlaşma, dayanışma, kaynaşma, birlik ve beraberlik gibi “kenetleyici” – “sahiplenme” duyguları olmayan, kendisi tok iken aç gezen insanları gözetmeyen, hayvanlara akıl almaz işkence eden / öldüren, içerisinde “Allah Korkusu” barındırmayan insanlar; gaddar ve acımasız olurlar. Atalarımız “Kork, Allah’tan korkmayandan!” derken sanki bu tür insanları tarif etmiş. Bizim milletimiz; her zaman ve zeminde düşküne, mazluma, mahzuna, masuma, fakir / garibe, sahipsiz kalan – dil, din, inanç, ırk, bölge farkı gözetmeksizin - tüm insanlara sahip çıktığı gibi dağ başında / izbe köşelerde / sokaklarda kalan hayvanlara da sahip çıkmıştır. Hatta bu işleri yapması için de insanları görevlendirmiş ve herkesi “yerinde mutlu” etmeye çalışmıştır.

Bu aziz milleti tanıtan en bariz özelliklerinden biri hatta en önemlisi “merhametli olması” dır. Tüm Müslümanları bir tarafa bırakarak, Müslüman denilince “Türk” ün akla geldiği bir dünyada yaşıyorsak bunun tek sebebi bu milletin acımasız değil, merhametli olmalarıdır. Merhamet duygumuz, imanımıza bağlı olarak katmerli bir şekilde artmış olsa bile bu özellik Türk’ün sinesinde her zaman var olmuştur. Bu aziz millet, bu gün tüm uluslararası kuruluşlarda – zulüm görenlerin – haykıran sesi ve yılmaz savunucusu oluyorsa bunun arka planında merhamet duygularının varlığını aramak gerekir.

RUH VE BEDENİNİ PİSLİKLERDEN ARINDIRIP TEMİZ OLMASI; Türk denilince akla “temiz insanlar topluluğu” gelir, gelmektedir. Bu millet, Müslüman olduktan sonra abdest – gusülle birlikte daha da temiz olmuş, pür – ü pak hâle gelmiştir. Hamamlar, temizlik kültürünün en önemli parçasını oluştursa bile esasında inancından dolayı her gün kıldığı beş vakit namaz için almış olduğu abdest ile her Cuma gününü bayram havasında geçirmesi, bu milletin temizlik abideleri haline gelmiş ve abdest sayesinde de birçok insanın da Müslüman olmasına vesile olmuştur.

Yaptığı ibadet ve temizliklerle hem bedenini ve hem de ruhunu temizleyen – kirlerden arındıran aziz milletimiz, bu gün öneminden bahsedilen temizlik ve hijyen kurallarının adeta kitabını yazmış, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyaya tahareti, akan suyun pislik barındırmadığı, durgun suyun temiz olmadığı ve mikrop barındırdığını öğretmiş, sonunda klozete de musluk takmayı Batı’nın kafasına vura vura bellettirmiştir.

İnsanı “insan” yapan ve sıralamaya çalıştığımız bu “değerler” haricinde başka da değerlerimiz vardır. Biz bunlara da yeri geldikçe değinmeye çalışacağız. Unutmamamız gereken şu ki, Türkler; Müslüman olduğu günden bu güne kadar geçirmiş oldukları süreci boşa geçirmemiş, bir taraftan dünyaya ve insanlığa çok güzel hasletler / duygular bırakırken, diğer bir taraftan kendisi de bu hasletlere şeksiz / şüphesiz bir şekilde inanmış – iman etmiş ve bunlar karşısında da ser vermekten de geri kalmamıştır.

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı