BIST9.915,62%2,05
USD32.509%-0.09
EURO34,7760%-0.56
ALTIN2.438,67%0.10

Türkiye nasıl kurtulur? – 1 –

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
07 Aralık 2019 10:40

* GİRİŞ

Her millet ya da devletin kendine has özellikleri – konseptleri ve bunlara bağlı olarak da sorunları vardır. Aile olur da onun içerisinde sorunları olmaz mı? Türkiye’yi de bir aile olarak kabul edecek olursak; sorunlarının olduğuna – olabileceğine de normal gözle bakmamız gerekir. Hâl böyle olunca, sorunlara en ideal ve akılcı yoldan çözüm bulmak ve bunları sağlam zemine oturtmak gerekir. Kolonsuz yapılan binanın “yığma bina” olacağını ve bir darbeyle yerle bir edileceğini bildiğiniz halde, o yapıyı inşa etmekle “konut sektörü” ne katkıda bulunabileceğinize inanıyorsanız akıl kârı bir iş yapmamışsınız demektir.

Türkiye’nin de kendine has, zamana ve zemine göre değişen sorunları vardır. Sorunların temeli her ne kadar “kalkınma” ağırlıklı “ekonomi” ye dayandırılmış olsa bile, esas sorun; İdarelerdeki yanlış zihniyet – yapılanma ve çarpık gidişatı görmezlikten gelme yani “yönetim” sorunudur. Her sorun kalkınmayla halledilse ya da böyle bir mantıktan hareket ederek çözüm aransaydı biz de yazımızın başlığını “Türkiye Nasıl Kalkınır?” şeklinde yazar ve bu soruna hep birlikte çözüm aramaktan gurur duyardık. Öyleyse, “Türkiye bu buhran (kriz) durumundan nasıl ve ne derecede kurtulur?” sorusuna cevap aramaya çalışalım:

1 – Hükümet Sorunu:

Dünya üzerinde Türk milleti kadar ülke yönetiminde söz sahibi olmak ve ülkeyi yönetmek isteyen başka bir millete daha rastlayamazsınız. Gerek devlete olan bağlılığı ve gerekse yaratılışındaki yönetme hırsı, “Türk Olma” nın özünde – fıtratında vardır. Bunun içindir ki, Türkiye gibi bir devleti yönetme hevesinden yola çıkıp bu hevese sevdalananlar kapağı ya bir siyasi partiye ya da dış mihrakların desteğini almışsa dışarıdan hükümetin ilgili birimlerine monte ediliyor. İkinci şık toplum ve sivil kuruluşlar tarafından pek de uygun karşılanmıyor. Kabul edilse de edilmese de, Türkiye, ikinci şıkkı yaşamış ve bununla karşılaşmak zorunda kalmıştı. Cumhuriyetimizin son otuz yılında, bunu “Özal’ın Prensleri” ile “Bülent Ecevit’in Kemal Derviş’i” örneğinde görmüş ve yaşamıştık.

Yüzeysel olarak “yönetme sevdası” üzerinde durmaya çalıştık. “Bir ülkede hükümet ya da hükümetler nasıl sorun olur?” sorusu gerek idarecilerin (bürokratların), gerek kamu bilimcilerin ve gerekse siyasetçilerin öteden beri beynini kurcalamış ve derin düşüncelere sevk etmiştir. Kuru kuruya ya da eyleme dönüşmemiş ham bir hayal haline getirilen düşüncenin hiç kimseye faydası dokunmayacağı aşikâr iken, boşu boşuna düşünmek ve kafa yormak bu ülkeyi “çağdaş medeniyet seviyesi” ni yakalattırmaz ve akabinde de düzlüğe çıkartmaz, böylelikle çıtanın da en alt seviyesinde kalır. Öyleyse hükümetlerin sorun olmaması için neler yapılabilir?

Her seçim kampanyası öncesinde aksine bir tutum izleneceği ve “sistem değişikliği” nin şart olduğu vurgulanmasına rağmen hükümet değişimlerinde bürokrasinin ve “kilit yerler” diye tabir edilen devlet dairlerinin kadroları değiştirilmekte ve her bir makam yandaşlarla doldurulmaktadır. Böyle bir idareden beklenen icraatların sonuçta fos çıktığını görüyoruz. Atanmışlarla seçilmişler arasında “seviye” denen farkın ortaya çıkmadığını ve her bir bürokratın arkasını yasladığı bir dayısının olduğunu gören halk; yönetimden fayda beklemek yerine, atıl ve yorgun bir gidişatı eleştirmekle baş başa kalıyor. Devletin siyasi kadroları bir nevi hükümetleri (iktidarları) değiştikçe, bürokrasi kadrosu da değiştirilmemelidir. Kadrolar değiştikçe yararlı icraatların da fosil olması bir tarafa, başlı başına bir ordu olan bu kadro değiştikçe yerine daha iyisi bulunmadığı sürece, Türkiye’yi bir o kadar daha geriye itmekten başka bir şey yapılmamış olur. (17 yıllık AK Parti iktidarında “eğitim” sisteminin değiştirilip yamalı bohçaya dönüştürülmesi, bunun en bariz örneğidir. Her gelen bakan, farklı bir sınav ve eğitim sistemini oturtmaya çalışmış ama hiç birinde başarılı olunamamış ve eğitim sistemimiz “imdat!” diye veryansın etmiştir.) Hantal olan ve işleyip işlemediğine şüphe gözüyle bakılan kurum ve kuruluşların kadrolarını değiştirmek yerine onları tamamen kapatıp tozlu tarih sayfalarına gömmek daha kârlı bir iş olur kanaatindeyim. (3 Kasım 2001’de dönemin ANAP Genel Başkanı Erkan MUMCU’nun da aynı yöndeki talepleri, Türkiye’deki kamu kurum ile kuruluşlarının ne kadar hantallaştığını göstermesi bakımından önemli bir gelişme olmuştur.) Böylelikle sizden sonra gelecek olan hükümet ve nesillerin de önünü açar ve hayır dualarını da almış olursunuz.

Hükümetlerin, devletimize miras olarak / bıraktığı neden olduğu bir diğer sorun da zamansız, zeminsiz ve gereksiz yerlerde yapılan “kadro şişirmeleri” dir. Neredeyse iki – üç ülkenin nüfusuna eşit olan “işsizler ordusu” nu bertaraf etmek için sınav üstüne sınav açan ve bunların sonunda halkı canından bıktıran yönetimler, modern çağı yüzyıl geriden takip ediyor ve hantallaşan devleti daha da hantal bir hale getiriyor. (15 Temmuz 2016 tarihindeki hain FETÖ darbe girişiminden sonra devlet kadrolarındaki cemaat üyelerinin görevlerine son verilmesi, ihraç edilmesi, açığa alınması gibi icraatlardan sonra bir nebzecik de olsa şişkin kadroların hafifletilmesi yoluna gidilmiştir.) Fazla kadronun fazla oy anlamına geldiği zannına kapılan siyasetçilerin ülkeyi yönetmekten ziyade batırdıklarına şahit oluyoruz. (Bir zamanlar DYP Rize İl Başkanlığı yapmış ve genel seçimlerde aday olan rahmetli Nihat METE’nin; “İş sahibi yaptığım insanlar bana oy verselerdi, şimdi milletvekili olmuştum!” sözü, bunun da bazen tam tersi olabileceğini, “vefa” sergilenmeden sağ gösterilip sol vurulabileceğini de göstermiştir.)

Başkanlık’a dayalı hükümet sisteminin devreye girmesiyle birlikte, devlet kadrolarındaki üst düzey atamaları artık “üçlü imza kararnamesi” dediğimiz “Bakanlık, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı” imzalarıyla değil, sadece “Başkan” tarafından yapılmaktadır. Bu bir nevi, “tek nokta” dan otokontrolü sağlamış olsa bile, kendi içinde de bazı handikapların doğmasına ve “despotluk hortladı!” yorumlarının yapılmasına sebep oluyor.

Devletteki kadroların fazla olduğu bir tarafa, “devletin sadece limon satmadığı” gerçeğinden hareket ederek, kuruluşların nasıl bir mantıkla işlettirildiğini gördüğümüzde küçük dilimizi bile yutacak seviyeye geliyoruz. Çağın ve teknolojinin modern imkânlarından yararlanamayan bir kuruluşun – bilhassa KİT’lerin – ardı sıra özelleştirilerek satıldığına şahit olduk. Özelleştirilmeyi “peşkeş çekmek” ya da “Türkiye’nin iflâsı” olarak görenler vardır, ben bu görüşe katılmıyorum. Yerinde, zamanında ve değerinde yapılan bir özelleştirme “Türkiye’nin kurtuluşu” demektir. En azından sancılı bir kamburdan kurtulmaya doğru ilk adımı atmak, hiç adım atmamaktan daha iyidir. (Bu konuda eski Başbakanlardan sayın Prof. Dr. Tansu ÇİLLER’in KARDEMİR olarak bilinen Karabük Demir Çelik İşletmeleri’ni “kooperatif” kurdurtarak “1 TL” ye özelleştirmesi ve bu kuruluşun çok kısa sürede “kâr” a geçmesi, çok güzel ve yerinde bir özelleştirme olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.) Hükümetler, geçmişte özelleştirme konusunda çok pasif kalmışlardı. Özelleştirme örneğinde de görüldüğü üzere, Türkiye; Yanlış yönetimden (rejimden) değil, yanlış yönetilmekten ve gelecek üzerinde kafa yormamaktan kaybediyor. Her halükârda bu da sonun başlangıcı oluyor.

Sorunların müsebbibi olarak genellikle hükümetleri (yönetenleri) aramak gerekir. Hangi hükümet döneminde olursa olsun – bilhassa koalisyonla yönetildiğimiz dönemlerde – ülke, hükümet sorunlarıyla boğuşur hale gelmiştir. Gerek siyasî, gerek malî, gerek dinî, gerek sosyo – kültürel ve gerekse devlet ve toplum hayatının diğer evrelerinde sorun yaratmakta üstünde güç tanımayan hükümetler, idare etmekten ziyade idare edemediklerini ve idare edildiklerinin farkına varamamışlardır. (ABD ile ilişkiler, IMF ve AB konularında çok acı gerçeklerle karşılaşmış olduğumuzu ve Türkiye’nin nasıl gülünç bir duruma düşürüldüğünü de unutmayalım.) Bu, bir nevi ”deve kamburu hikâyesi” ne dönüşmüştür. Darbe ve muhtıraların neticesinde kurulan hükümetler de “sivil hükümet” faktörü olmayışı, tek başına iktidar olanlar da “her şeyi ben bilirim, ben yaparım, yaptım gitti!” anlayışının (bir nevi despotluğun) hüküm sürmesi ve koalisyon hükümetlerinde ise “uyumsuzluk” faktörünün ön plana çıkması hükümetlerin ülkeyi düzlüğe çıkarmamalarına sebep olmuştu. En son örneğini “MHP – ANAP – DSP (ANASOL – M) Koalisyonu” döneminde görmüştük. Bahsettiğimiz gerçeğin, kendini ne kadar belli ettiğini ve âdeta sırıtır bir hâl aldığını tüm açıklığıyla görme bahtiyarlığına erişmiş olduk. Koalisyonun ne olduğunu bilen bu millet, AK Parti iktidarı ile tanışmış ve onu baş tacı ederek 17 yıldır iktidar etmiştir. Ancak yeni nesil “koalisyon” gibi bir örnekle karşılaşmadığı ve bunun da sıkıntılarını bilmediği için, mevcut AK Parti iktidarına, metal yorgunluğu ve güç zehirlenmesi eleştirileri yaparak yaklaşmış olması da düşündürücüdür. O zaman ne diyelim ki; “Yaşayın ki, görün!”

Hükümetler, devletleri idame ettiren ana ve tek güç kaynağı olarak görüldüğü için onların her bir kayıptaki payları da yadsınamayacak kadar fazla olduğundan, neticede zararı “devlet” ve akabinde de – devletin mihenk taşı olan – “toplum” görüyor. Başarılı olamayan ya da kan kaybetmeye yüz tutan hükümetler demokratik rejim gereği yerlerini başkalarına bırakmak zorundadırlar. “Yapamıyorum, öyleyse yerimi başkasına bırakıp giderim!” erdemini göremediğimiz hükümetler, inatla yerlerinde kalmayı sürdürdükleri / koltuklarını korumaya çalıştıkları müddetçe kaybeden devlet olacaktır.

Akılcı, maddi ve manevi değerlerinden taviz vermeyen, toplumundan kendini soyutlamayan, ileriye görme erdemine sahip hükümetlere her devletin olduğu gibi Türkiye’nin ihtiyacı olmuş ve böylelikle bu ihtiyaç, 2002’den beri AK Parti sayesinde karşılanır olmuştur. Önümüzdeki 3 – 4 yılın seçimsiz geçeceğini var sayıp “erken seçim kararı” nın alınmasını da öngörmüyor ve böyle bir kararın yanlış olacağı konusunda hemfikir olsak bile, seçim öncesi sağlanan “ittifak” ların hükümetlere “koalisyon” olarak yansımasını da temenni etmiyor ve “tek başına iktidar” ın önemini bilerek hareket etmemiz gerekiyor. Geçmişte yaşanılanları bilip gördüğümüz için, bahsettiğimiz gerçeğin de göz ardı edilmemesi gerekir.

Bu ülkede hükümetlerin yaptıklarıyla ülkemizi nasıl kangren haline soktuklarını, getirilen “başkanlık” a dayalı hükümet sisteminin zamanla tüm yapı taşlarının oturtulacağına inancımızı tam olarak göstermemiz, “genel” den “yerel” e doğru yönetimin yerinde ve zamanında yapılmasının elzem olduğunu bilmemiz, “iyi” namına yapılan tüm icraatları alkışlamamız – “kötü” namına yapılanları def etmemiz, “muhalefet olma” adına her şeye muhalif olmamamız, bu ülkenin “kalıcı” olanının “vatan” ve “devlet” inin olduğunu bilmemiz, nesle bırakılacak en iyi ve kutsal değerlerin bunlar olduğunu aşılamamız, Türk Milleti’ne en uygun rejim şeklinin “cumhuriyet” olduğu genç dimağlara kazımamız, koltukların (makamların) kalıcı ve üzerinde oturan şahısların ise gidici olduğunu inkâr etmememiz gerekir, aksi durumlar kimseye bir şey kazandırmayacağı gibi zaman öldürmekten de başka bir şeye yaramaz, yaramayacaktır.

2 – Ordu içi Meseleler:

Bir ülkenin belkemiğini oluşturan, ona devamlılık sağlayan, içte ve dışta caydırıcı unsur olarak kabul edilen, dostuna “güven” – düşmanına “korku” salan ya da diğer bir ifadeyle iyi bir yapılanmayla dostunun koltuklarını – düşmanının iştahını kabartan kuvvetlerin başında “ORDU” gelir. Teşkilatlanmış ve yapısı sağlam zeminler üzerine oturtulmuş olan profesyonel bir ordunun, savunma ve caydırıcılık rolünü en aktif bir şekilde deruhte edebilmek için aşılamayacak hiçbir engel yoktur. (Arkalarında “ordu” nun desteğini alamayan iktidarların karşılaşacakları tek şey; “darbe” lerden başka bir şey olmaz, olamaz.) Bir ülkenin belkemiğini “ordu” oluşturuyorsa, ordunun da belkemiğini savunma sanayinin oluşturduğu – oluşturacağı gerçeği de unutulmamalıdır.

Son beş yıldır yapmış olduğu “harekât” ve imza atmış olduğu uluslararası başarılarla göz dolduran Türk Ordusu’nun (TSK’nın), “dünyanın 6. büyük ordusu” olduğunu da gözönünde bulunduracak olursak; bu ordunun en azından ilk üçe girebilmesi için çalışmaların da hızlandırılması gerekir. Ancak bunun için – devletin her kademelerin de olduğu gibi – ordunun bazı kademelerinin de yeniden gözden geçirilmesi ve gerekli kısımlarının da bir an önce revize edilmesi şarttır.

Devlet içinde ayrı bir “yapılanma” olarak göze batan ve her bir teşkilatı kurumlaşan Türk Ordusu, zaman ve zemin değişimlerinde esas görevi olan “savunma” ve “güvenlik” rolünün dışına çıkmış, hükümetler üzerinde “vesayet aracı” ve “baskıcı unsur” olarak kendini bu çerçeve içerisinde görmüştür. “Görevlerinin bunu gerektirdiği” görüşünü dile getirenlere katılmak mümkün değildir. Türkiye’de orduya verilen bu kimlik, personelinin de canını sıkmış ve esas görevlerini yapamaz olmuşlardır. Yoksa hiçbir TSK personeli durduk yerde “payanda” görevini bırakıp, “muz kabuğu” na basmaz ve imajını da kaydırmak istemez. Demokratik rejimlerde yönetimdeki etkisi azaltılan ya da kısıtlanan ordular, her zaman esas görevlerinde daha çok başarılı olmuşlardır. Gerçi Türk Ordusu, kuruluşundan bugüne kadar kazandığı zaferler, imza attığı başarılar ile yapılanma bakımından gıpta ile bakılabilecek en iyi ordudur.

Günübirlik politik kavgaların içerisine girmeyi âdet haline getiren ve bu kurumdan bağımsız olarak hareket edip dilediği demeci verip istediği ayarı çeken “rütbeli siyasiler”, “Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin çelikleşmiş bir ifadesi olan” bu güce zarar vermekten başka bir şey yapmamış olurlar. “Bin yıl süreceği” - “demokrasiye balans ayarı” yapıldığı söylenilen ve “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılan - sonrasında da “fos” çıkan o meşhur “muhtıra” ile 15 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ hainlerinin gerçekleştirmeye çalıştıkları “darbe girişimi” nin kökeni bu gerçeğe dayanmaktadır. Devleti hükümetsiz bırakmak ne askeriyenin, ne MGK’nın ve ne de kendini bu güçlerin üstünde gören kişi, kurum ve kuruluşların görevidir. Türkiye, bu geri kalmışlık tablosundan kendini sıyırmalı, kırılmaz görülen kabuğu kırmalı ve yararlanabiliyorsa demokrasinin nimetlerinden de yararlanabilmelidir. Bu çerçeveden bakıldığında Ordu’nun yeri ve önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Ordudaki harcamaların devlete sorun olmayacağı ancak kriz ortamlarında göze çarpan tasarruf tedbirlerinin zamanında alınmaması neticesinde boşa giden emeklere yazık olunduğunun dile getirilmesi demek ki bu gücün de bazı kısıtlamalara gitmesi gerektiği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Öncelikle günlük tasarruf tedbirlerinden ziyade kalıcı çözümlerin önerilmesi ve öneriden de ileri gidilerek bunların hayata geçirilmesi şarttır.

Askerlik Süresinin Kısaltılması: Türk Milleti; Vatanına, milletine, devletine ve ordusuna karşı bağlılığıyla takdire şayan olan ve bu özellikleriyle dikkat çeken bir millettir. Gerek millet olma özünde askerlik dürtüsünün yer alması, gerek dininden kaynaklanan “asker ocağını, peygamber ocağı” olarak görme ve “ölürsem şehit, kalırsam gazi” anlayışının hüküm sürmesi ile Anadolu’da – istisnalar hariç - “Askerlik yapmayanı adamdan saymaz ve onlara kız bile verilmez!” geleneğinin devam etmesi ve gerekse tarihten gelen zafer çığlıklarıyla haklı olarak gurur duyması bu milleti “ordu – millet” haline getirmiştir. Dünya üzerinde Türk milletinden başka “ordu – millet” e rastlanmamıştır.

Genç bir nüfusa sahip olan ülkesi ve 20 yaşına giren her Türk gencinin askerlik saflarına katılmasıyla birlikte, Türk ordusu; dünya üzerinde “en dinamik ordu” ya sahiptir. Ancak hayatın en verimli devresi sayılan 20 – 25 yaş sınırında 18 ay gibi uzun bir müddet silah altında olmanın da akabinde getirebileceği maddi ve manevi külfetler vardır. Temel silahlı eğitimi 40 gün gibi kısa bir süreye yayan TSK – kanuni izinleri düştükten sonra – geriye kalan 16 aylık süreyi mesleki ve savunma – güvenlik tecrübelerinin kazandırılmasına harcamaktadır. Bu süre aslında çok uzun bir süredir. Her üç ayda bir gücüne “güç” katan TSK’da sürekli olarak aynı şeyler tekrarlanmakta ve bu da bütçeye “ek yük” bindirmekteydi. Bu kabuğun kırılması ve “kangren” haline gelen kurumun “revizyon” dan geçirilmesi o kadar da kolay olmayacaktı. “Vesayet” i silah olarak kullanan bir kurumda, alışkanlıkları ortadan kaldırmak pek kolay gözükmese bile – hain darbe girişiminden sonra – ordumuz da ciddi bir revizyondan geçirilmiş ve yeni düzenlemeler getirilmiştir;

Yeni askerlik sistemini düzenleyen ve 24 Haziran 2019 tarihinde yasallaşan kanunla birlikte; eğitim durumuna göre askerlik süreleri yeniden düzenlendi. Buna göre; “bedelli askerlik” uygulaması “kalıcı” hâle gelirken, ilk ve ortaöğretim mezunları 6 ay, lisans – lisansüstü ve meslek yüksekokulu mezunları 2 ay, yedek subay ve yedek astsubaylar ise 12 ay askerlik yapacaklardır. Bedelli askerlik uygulamasında da 30 bin TL yatırıldıktan sonra 18 gün temel silah eğitimi alanlar da askerliğinin yapılmış sayılacağı yeni sistemi toplumumuzun tüm katmanları kabul etmiştir.

Yapılan yeni düzenlemeyle birlikte, hem devletin üzerinden ciddi manada bir yük kaldırılmış ve hem de yılda en az 145 bin bedelli askerin alınmasıyla ordu bütçesine ciddi manada katkıların sağlanması hedeflenmiştir. Aynı zamanda da verimli geçirilecek zamanlar da gençler için bir fırsat oluşturmuştur.

Savunma Sanayi: Ordu, modern silah ve cihazlarla donatıldığı sürece rekabeti arttırmış, savunma ve güvenlik konularında daha da başarılı olmuş olur. Bu konuyla ilgili olarak “araç, gereç ve silahların alımı ile modernize edilmesi” yle sık sık karşılaşmaktayız. Ordu, sadece asker sayısının dinamik oluşu ve çokluğuyla ayakta durmaz ve iştah da kabartmaz. Kara savaşlarının yerini artık, “bir tık” lama savaşlarına bıraktığı ve oturduğunuz yerden “zafer” lerin ilan edildiği günümüzdeki orduları ayakta tutan esas unsur; Teknolojik silahlara sahip olması, savunma sanayini yakından takip edip gereğini yerine getirmesidir. Bu zamanda füzenin yerini ok tutabilir mi? Bu, rüzgâr karşısında yaprak olmaktan başka bir şey değildir. Türkiye’nin, Rusya’dan S – 500 füzeleri almasının doğurduğu siyasi tartışmalar ile aynı şekilde Amerika’yla F 35 uçakları konusunda aramızda meydana gelen gerginlikleri de unutmayalım.

Savunma sanayinin belkemiğini oluşturan ve Türkiye’nin ilk akla gelen kuruluşlar ASELSAN, MKE, TAI, TEİ ve askeri tersanelerdir. Son zamanlarda bu kuruluşlara özel şirketlerin eklenmesiyle birlikte savunma alanında faaliyet gösteren kuruluşların ciddi manada arttığı görülmüştür. Savunma sanayinin her alanına hükmeden bu kuruluşların desteklenmesi, AR – GE ve tanıtım faaliyetlerine önem verilmesi, fizibiliteliliğinin gözden geçirilmesi ve modernize edilmesi gerekmektedir. Savunma sanayisi konusunda en sona bırakılabilecek ürünlerin en başta alınmaması, aciliyeti olanların bir an evvel alınması gerekir. Ayrıca var olan ve eskimeye yüz tutmuş araçların modernize edilmesinin en sona bırakılması, durumuna göre başka alanlara kaydırılması, bu alanlarda harcanacak paraların başka yerlere harcanması daha akılcı bir çözüm olur. Aciliyeti olmayan modernizeye bütçe ayrılmasından ziyade ALTAY tanklarına, ATAK helikopterlerine, İHA’lara – SİHA’lara bütçe ayırmak daha akılcı bir yatırım olacağı kanaatindeyim.

Türkiye’nin şu anda savunmadaki en acil ihtiyacı hava ve deniz filosunu genişletmek, hava ve yer füze bataryalarını ( S – 500 füzelerinin alım sayısını ve konuşlandırma yerlerini) arttırmak ve böylelikle TSK’yı daha da güçlendirmek, F – 35 savaş uçaklarını bir an önce filosuna katmak ya da alternatiflerini değerlendirmek, her şeyden önemlisi en az bir tane uçak gemisi yapıp onu “yüzer filo” haline getirmektir. ABD’nin dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna nasıl hükmettiğinin ve “deli dumrul” gibi saldırmasının ardında uçak gemilerinin yatmış olduğunu görmemizde yarar vardır. Taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini biliyorsanız, gereğini yaparsınız.

Kısacası, Ordunun, en önemli özelliği “caydırıcılık” unsurunun olmasıdır. Bu etkili gücün, Türkiye’nin kalkınmasının önünde engel olmaması – günlük siyasi çekişmelerden uzak tutulması, tasarruf tedbirlerini kriz zamanlarında değil her zaman uygulaması, savunma sanayinde – önceliklere göre – silah ve teçhizatın alımına gidilmesi gerekir. Böylelikle, Türkiye; gerek NATO ve gerekse diğer kuruluşlar içerisinde başarılara imza atmış ve uluslararası platformlarda hak ettiği “saygın” yerine korumaya devam etmiş olur.

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı