BIST9.693,46%1,77
USD32.5355%0.02
EURO34,7190%0.09
ALTIN2.499,53%0.61

Kur, faiz, savaş üçgeninde; KFS’lendik

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
01 Kasım 2019 07:00

Devletler, ekonomileri sayesinde “güçlü” olurlar. Ekonomisi “güçlü” olmayan devletler, başka devletlerin önünde el pençe dururlar, durmak zorunda kalırlar.

Ekonomisi güçlü olan ve “para” silahını elinde bulunduran devletleri idare edenlerde, “güç zehirlenmesi” var - “devlet terbiyesi” de yoksa ve bunu da politikalarına sirayet ettirirlerse, ortaya çıkan o devlet “şımarık” bir devlet olur ve karşınızda sizi “emperyal” – “köle” olarak gören bir devletle muhatap olmuş olursunuz. Böyle bir devletin vah haline!..

Türk Devlet idaresi, Osmanlı’nın duraklama döneminden başlayıp son zamanlarına ve “mandacılık” la yüzleştiği, IMF – Dünya Bankası gibi kuruluşlarla tanıştığı günlerden bu günlere kadar ekonomisini alt üst etmiş, döviz kaçakçılığı - % 500 faiz – kur sıkıntısı ve “teslimiyet” bayrağını çekmediği için “terör” ve savaş belalarıyla içli – dışlı yaşamıştır, yaşamak zorunda bırakılmıştır.

Kur Savaşları ya da Benim Param Senin Paranı Yener

Devletlerin “ekonomi” ile “güçlü” olabilmeleri için; iç ve dış ticaretlerinin (ithalattan ziyade ihracatlarının) yerli yerinde, markalaşmış ve tercih edilenlerden, mukavim ve sürekli olması lazım. Ekonomik alt yapısı güçlü, dışa bağımlılıktan uzakta kalan ve ekonomi sayesinde ayakta durmayı başaran böyle bir devlet de, güvenlik – savunma ve devlet / millet el ele zafiyetleri oluşmaz, komşu ve küresel arenadaki devletlerle olan ilişkileri de “güçlü” olur, olumlu manada da parmakla gösterilir. İşte Türkiye’nin son zamanlarda yaşadığı tablo budur.

Devletler, ticaretlerini kendi para birimleri yaptıkları kadar uluslararası ticaret arenasında da kabul görmüş başka para birimleriyle de yaparlar. Bu para birimlerinin tamamına “döviz”, bunların kendi para biriminiz karşılığına da “kur” denilir. Kendi “kur” unuz değersiz olduğu zaman; ya markalaşıp ihracata yönelik ticaret yapar yurtdışından dövizi ülkenize sokarsınız, ya küresel - bölgesel arenada siyasi ve ticari faaliyetlerde “söz sahibi” olup ekonomiyi elinizde tutar “döviz” kazanırsınız ya da- çalıştırılmak üzere – yabancı (dış) ülkelere işçi gönderip onların sırtından ülkeye döviz sokmaya çalışırsınız. Sonuncu seçenek sizi dışa bağımlı yapacağı gibi aynı zamanda da “güçlü devlet” yapmaz, aşiret devleti olmaktan da öteye gidemezsiniz.

Türkiye, 1960’lı yıllardan itibaren başta Almanya olmak üzere yurtdışına – bilhassa Avrupa’ya -işçi göndermeye başlamış, o zamanın para birimi olan “mark” la, daha sonrasında da “Avrupa Birliği” nin ortak para birimi olan “Euro” ile tanışmış, 1 Ocak 2002 tarihinden itibaren de birikim ve ticaretlerini bu para birimi üzerinden yapmıştır. Ayrıca,ABD ve - ticari bağlantılarıyla sömürmüş olduğu - ülkeleriyle “dolar” üzerinden ticaretini yapan ülkemiz, dış ticaretini “euro” dan ziyade daha çok “dolar” üzerinden yapmakta ve ABD’nin “ekonomik kumpasları” altında faaliyet göstermek zorunda bırakılmaktadır. Bu da bir nevi sizi, ABD ve politikalarına bağımlı hale sokmakta ve – ne yazık ki – sömürgecisi yapmaktadır. İster istemez durum budur ve de vahimdir.

Güçlü ekonominiz olmadığı zaman sömürge ve “efendi”lerle tanışmış olur ve her denilene de “eyvallah!” demek zorunda kalırsınız. Ülkemiz yıllarca bunun ceremesini çekmiş ve ABD’nin “müstemleke”si yapılmıştır. Siyaset dünyasındaki beceriksizlerin yaşatmış oldukları sıkıntılar ile ülkemizin vahim durumları geride kalmış, bugün karşı çıkılan ve “artık size eyvallahımız yoktur!” denilen – yaşanılan durum karşısında da “köle, efendisine başkaldırmış” tır. ABD’nin kabul etmediği – etmeyeceği bu durum karşısında yapılacak tek ve en önemli şey; ekonominizi güçlü kılıp – dışa bağımlılıktan kurtarmak ve böylelikle siyasi gücü de elimizde bulundurmaktır. Ekonomisiz siyaset ve arkasında siyaset olmayan bir ekonomi, güçsüz kalır ve bumerang etkisi ile kendini vurur. Bu yüzden diyoruz ki; Bizim paramız her zaman ve zeminde güçlü kalmalı, küresel arenada kabul görmeli ve diğer kurlar karşısında da “yenik” düşmemelidir.

Para, paraya dönüşecek her türlü maddi emtia ve kazanımlar ülkeleri daha güçlü kılar. Bizim ülkemizde de bu vardır. Bu savaştan en düşük zayiatla çıkmamız ve muzaffer olabilmemiz için, ekonomik zenginliklerimize sahip çıkmalı ve “zenginler ligi” ndeki yerimizi de hiçbir ülkeye kaptırmamalıyız, şampiyonluğa giden yol da budur.

Terörden de Berbat Bir Düşman; Faiz Belâsı

Faiz, nam – i diğer “paradan para kazanma” şekli, bazılarına göre de “sanat” ı, sihirbazlık örneği… Üretmeden, havadan, suya sabuna dokunmadan, risk almadan, üretime katkıda bulunmayan, gününü gün ederek rahmete haram karıştırma metodu.. Bu, öyle bir belâdır ki – kumar, içki gibi – girdiği her yuvayı, her bir ticarethaneyi tarûmar eden, yerle yeksan eden bir illet. Devlet ekonomilerini ve firmaları batıran, banka gibi finansman kuruluşlarını daha da zenginleştiren vereni mutlu edip alanı ölüme sürükleyen adı konmamış bir belâ…

Belli bir ekonomik güce – satın alma paritesine sahip olamayan birey, ticari işletme ya da devletler, kendi emtiaları ve paraya çevirebilecek değerleri olmadığı sürece, başvuracakları tek metot; yeni “para kaynakları” bulabilmeleri olmalıdır. Bu; bazen bir “fon kuruluşu” olabileceği gibi, bazen Dünya Bankası – IMF gibi uluslararası kimliğe sahip bankalar, bazen yabancı ülkeler, bazen de kendi içinizdeki yerli ya da yabancı menşeli bankalar oluyor, olabiliyor. Dilenerek – isteyerek ya da başka yollarla bu kuruluşlardan aldığınız her bir kuruşun geri ödemesini, aylık – yıllık ya da değişik dönemler (periyotlar) halinde ödemek zorundasınız, ödüyorsunuz da!..

Geri ödemesini yapsanız da, yapmasanız da gittiği – girdiği her yeri berbat bir duruma sokan ve kimi çevrelerce de “belâ” olarak adlandırılan, kavram olarak tepki çekmesin ve “daha çok rağbet görsün!” diye gerek ekonomik çevrelerce ve gerekse buna bulaşan muhatapların “tepki okları” ndan çekinmelerinden dolayı da sulandırılarak “kredi” – “mevduat” ve “nema” olarak da adlandırılan faize çalışan birey – firma ve devletler, öyle bir girdaba giriyor ki adeta içine çektikçe boğuluyorlar. Bu, bir nevi geleceğinizi ve maddi / manevi tüm teminatlarınızı ipotek altına almış oluyor ve “değersiz“ hale geliyorsunuz. Böyle bir durumda, köle olmaktan öteye gidemiyor ve ipleriniz de başkalarının eline geçmiş oluyor.

Esareti sevmeyen Türk, geçmişte “kapitülasyon” ların ne demek olduğunu çok iyi bildiği için, ekonomi dünyasına yön ve şekil veren ve faizlerden beslenen sermaye çevrelerine de “dur!” demesini gayet iyi bilir. Ancak; içeride güçlü bir ekonominiz, dışta da uluslararası satış ve pazarlama ağına sahip ürünleriniz yoksa ve olanlar da “para” etmiyorsa, paranız da “değerli” değilse o zaman ve ne yazık ki faiz belasına bulaşıyorsunuz. Bunun haklı gerekçeleri – dayanakları olmaz, olmamalıdır. Buna bir “dur!” demek ve daha fazla faize bulaşmak istemiyorsanız; Vergi, SGK primleri gibi borçların zamana yayılarak yapılandırılması, istihdamın arttırılması, tartıda “hafif” - değerde “paha biçilemez” ve katma değeri yüksek olan ürünlerin üretiminin teşvik edilmesi, paradan para ya da faizden para kazananlara yüksek vergilerin getirilmesi, hibe ya da kısmî hibeli teşviklerin verilmesi – alınmasının özendirilmesi vb. tedbirlerin hayata geçirilmesi gerekir, ki daha da çok zengin olup, “borç alan” değil “borç veren” bir ülke olmuş ve ceplerdeki huzursuzlukları da ortadan kaldırmış oluruz.

Adı Konmamış Savaş; “Terör”

Millet ya da devletler, bireylerin; genetik özellikleri, vatanlarına olan bağlılık ve hamaset duyguları ile test edilirler, bir nevi nabız yoklamasına tabi tutulurlar. Bu yoklama, bazen “terör” belasının açmış olduğu olumsuz sonuçlarla karşınıza çıkabileceği gibi, bazen infiale neden olacak toplumsal yargıların yerle bir edildiği zamanlarda ve bazen de topyekûn mücadele edilmesi gereken durumlarda karşınıza çıkar, çıkmaktadır.

En fazla karşımıza çıkan ve milletimizi test eden - birbirine kenetleyen bağ; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra karşılaşmadığımız, içerisine girmediğimiz, adı konmamış “savaş” ın yaşandığı ve “terör” denilen illete karşı verilen mücadeledir. Bunu her yıl yaşadığımız şehit törenlerinde ve hain 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde, Irak – Suriye’nin kuzeyine yapılan harekâtlarda ordumuza verilen desteklerde daha yakından gördük, görüyoruz. Ancak, cephesi - düşmanı - muhatapları ve süresi belli olmayan terör ve açtığı sonuçları; ülke ekonomimizi yerle yeksan eylemiş, huzursuzluk – mutsuzluk ve tedirginlik durumlarını meydana getirmişse, o zaman, ülke ekonomimiz ne kadar güçlü olursa olsun mutlaka ama mutlaka o bütçe bir yerden delinecek ya da açık verecektir. Bu durumda yapılacak tek şey; güçlü bir savunma, delinmeyecek ve sürekli olarak desteklenecek bir ekonomiye, siyasi dirayete sahip devamı olan muktedir bir iktidara sahip olmamız, uluslararası arenada ve etkili / yetkili kuruluşlarda vuracağınız yumruğunuzun ses getiriyor olması gerekir. Bunu yaptığınız zaman, farklı metotlarla sizi yıkamayan devletler, terör belasını kullanamayacak ve ellerinde böyle bir argümana daha sahip olamayacaklardır.

Önümüzdeki birkaç yıl sonra 100. Kuruluş yıldönümünü kutlayacağımız cumhuriyetimize – kurulduğu günden bugüne – değişik ırk ve bölgesel durumlar kullanılarak sürekli olarak saldırılarda bulunulmuş ve savaşla yenilemeyen – diz çöktürülemeyen bu ülkeye değişik isimler altında kurulan terör örgütleriyle tuzaklar kurulmuş ve “durumu kabul et!” denilerek sindirilmeye çalışılmıştır. Türk’ü yakından tanımayan ve onun ne zaman ne yapacağını kestiremeyen zihniyetler, bu ülkenin teröre teslim olacağını ve bu yolla pes edeceğini zannetme bedbahtlığına düşmüşlerdir. Teslim alacağınız ya da yenmeyi kafaya taktığınız rakibinizi yakından tanımıyorsanız, yenilgiyi peşinen kabul etmişsiniz demektir. Bu da mağlubiyetlerin en acı verici şeklidir.

“Ateş düştüğü yeri yakar!” misali insanlarımızın ve devletimizin canını yakan – ekonomik olarak da dar boğaza sokan terör belasını ortadan kaldırmak için, ona destek veren ülkelerle olan siyasi – ekonomik ilişkilerinizi gözden geçirmeniz ve hatta geçici süreyle de olsa dondurmanız, siyasi yapı olarak yerelde meydana gelen boşlukları hizmetlerle doldurmanız, devlet – millet elele sözünü icraata dökmeniz ve her şeyin aslına uygun olarak “millî” hale getirmeniz gerekir, gerisi havanda su dövmek olur.

Evet, bu cennet vatanımız gerek içeriden ve gerekse dışarıdan kur (k) – faiz (f) ve savaş (s) belalarıyla kfs’lenmiş – sarmalanmış, yani hapsedilmiş durumda. Bir an önce bu durumdan kurtulmak istiyorsak, bu sıkıntıları bir an önce başımızdan defetmeli ve bir daha çıkmayacağı mezara gömmeliyiz.

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı