KÖY TERBİYESİNİ ŞEHİR KÜLTÜRÜYLE BULUŞTURMAK
Günay Ertan Akgün
Demografik yapı, kültür, nüfus yoğunlaşması, hayata karşı bakış açısı – beklenti ve geleceğe dair planlara baktığımız zaman dünya üzerindeki yerleşim yerlerinin mezra, köy, kasaba, ilçe – şehir ve eyalet / bölge gibi yönetim biçimlerine ayrıldığını ve bundan da bizim hissemize düşenin mezra – köy – ilçe ve il gibi adlar olduğunu görürüz.
Eskiden mezra ve köyden sonra belde, beldeden sonra nahiye, nahiyeden sonra da ilçe ve akabinde de il geliyor, her türlü resmî işlem sırası da bu yerleşim birimlerine göre yapılıyordu. 1992’de Türkiye genelinde yeni kurulan ilçelerden sonra artık - kasabadan büyük, ilçeden küçük olan – nahiye birimleri tamamıyla ortadan kalktı, büyükşehir sayılarının artmasıyla birlikte de belde kavramı tarihe gömülmüş oldu.
Ulaşım ve haberleşmedeki gelişmeler, toplum katmanındaki iktisadi edinimlerin – eskilerin tabiriyle “orta direk” olan - alt tabaka sınıfını belli bir seviyenin üzerine çıkartması ve çıtayı yükseltmesiyle birlikte yönetim yerleri arasındaki farkları da minimize edip ara yerde kaynayan “küçük” yerleşim birimleri artık “köylülük” ve “şehirlilik” kavramlarını karşı karşıya getirtmiş ve ya köylüsün ya da şehirli sonucu ortaya çıkmıştır, lamı – cimi yok!...
Dünya geneli ve ülkemiz özelinde de “köylü”; tarım ve hayvancılıkla uğraşan, hayatı idame ettiren, ürettiğinin de hakkını alamayan milletin amelesi olarak görülen, siyasi – ekonomik tercihleriyle alt tabaka olarak görülen - avama da hizmet eden, devletin yok saydığı kesim olarak görülmektedir. Bu algı ve adlandırma yanlış olsa ve köylü de bu durumdan bitap düşüp bu yaftayı üzerinden atmaya kalksa da babadan – dededen kalan usullerden kopmama, yerleşim yerlerine - “ata ocağı” na hürmet, sılaya olan özlem ve toprak anaya olan bağlılıktan dolayı ülkemizdeki “köylülük” anlayışı hiçbir zaman ortadan kalkmamış, kısmen olsa da yürütülmeye çalışılmıştır.
1980 darbesinden sonra 1983 yılında iktidara Anavatan Partisi – (ANAP) ÖZAL’LI YILLAR’ın bir ürünü olan kapitalizm ve onun kontrol / tedavi edilemez hastalığı olan “serbest piyasa ekonomisi” yle birlikte “her şeye kolay ulaşım” a karşı ortaya çıkan aşırı tüketim ve üretmeme hastalığı, insanları köylerinden uzaklaştırıp şehirlere yerleşmeye – yerleştirmeye zorladı.
1990’lı yıllara kadar % 70 köylü - % 30 şehirli nüfusu varken bu oran tam tersine dönmüş % 70 şehirli - % 30 köylü nüfusu olmuş ve üretimden ziyade tüketim artmıştır. Bu artış “çılgınlık” haline gelmiş ve imalatı yapılacak tüm ürünlerin ithalatı yoluna gidilmiş, işte bunun nihai bir sonucu olarak da üretim sıkıntısı baş göstermiş ve ahlâkî erozyonlar da tavan yapmıştı. Bu gerçeği hem korona virüs ve hem de yüksek enflasyon – hayat pahalılığı sürecinde yakinen yaşayıp bir kilo soğan – patatese muhtaç olmadık, sonrasında da radikal tedbirlerin alınmadığına daha çok palyatif çözümlerle günü kurtarmaya çalışmadık mı?!...
Köyler; saygı – sevgi ortamının en iyi bir şekilde geliştiği, gelenek – görenek – kültür ve medeniyetlerin diri tutulup yaşatıldığı, birlik – beraberlik – kardeşlik duygularının zirve yaptırıldığı, küçük – büyük herkesin seviye ve konumlarını bilip buna göre silsile yoluyla terbiye gösterildiği – terbiyenin her çeşidinin öğretildiği en küçük ama en güzide yerlerdir. Bunun içindir ki şehre yerleşip belli bir yaş olgunluğuna erişenlerin anlatacakları bir “köy anısı” vardır ama şehirlerde bu anılardan bir hisse bulamayacağınız gibi en ufak bir iz de bulamazsınız.
Köylü; devlet kilidinin anahtarıdır. Bu anahtar; kırılır, kaybolur, gücendirilir veya yaşadığı ortama karşı soğutulursa devlet geleceğini ve iktidarlar da güvenilirliğini kaybeder. Bunun acı ceremelerini çok yaşadık. “Köylü, milletin efendisidir” diyenle köylüyü küçümseyenlerin aynı siyasî zihniyette olduklarını nasıl izah edebilirsiniz ya da böyle bir mantıksızlığın izahı mümkün müdür? El cevap; HAYIR!...
Yıllarca “oy” – “vergi” aldıkları, sırtlarından geçindikleri köylülere kendilerine oy vermedikleri zaman “çoban” deyip kazandıkları zaman da “köylülerimiz gerçeği görüyor” diyecek kadar ikiyüzlü olanlara siz neden bahsedebilirsiniz ki?!...
Şehirler; Kendine göre keşmekeşi içerisinde barındırsa, yabancılık – yalnız kalma duygularının tavan yapmasıyla meşhur olan yerler olarak tanıtılıp adlandırılsa da aslında istendiği zaman – bilhassa vakıf ve dernekler üzerinden – aynı yöre insanlarını bir araya getirtip kaynaştırır, tam anlamıyla yaşanılmasa da köy hayatları kısmen de olsa buralarda yeşertilebilir, yeter ki isteyelim.
Şehirler; sundukları imkanlarla birlikte sinema – tiyatro – geziler – konferans / sempozyum ve panellerle insan ve toplumları daha kültürlü hâle getirebilir, sürekli iş ve çalışma imkanlarıyla birlikte paraya – geçime olan ulaşım ve edinimleri de kolaylaştırabilir. Yalnız burada unutulmaması gereken şu ki; Şehirli “kültürlü” – “zengin”, köylü de “kültürsüz” – “fakir” ve aynı zamanda da köylü “terbiyeli” şehirli de “terbiyesiz” sonucu çıkartılmamalıdır. İkisi arasındaki anlamlı ilintiyi iyi kurmak ve birbirlerine olan muhtaçlık seviyesini iyi ayarlamak gerekir.
Şu bir gerçek ki;
Terbiyesiz “kültür”, kültürsüz “terbiye” de bir işe yaramaz, hiçbir zaman da yaramamıştır. Hem dünya ve hem de ülkemizde ne zaman ki köylü nüfusu azalıp şehirli nüfusu arttı işte bunun neticesinde de terbiye, huzur – sükûnet kalmadı ve cezaevlerini de daha çok şehirli nüfus doldurmaya başladı. İsteyen suç işleme oranlarının nüfusa olan oranlar karşılaştırmasına baksın, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılmış olur.
Netice itibariyle;
Köylünü masumiyet ve terbiyesini, şehirlinin kurnazlık ve kültürüyle birleştirir etle tırnak misali bir araya getirip ayrılmaz bir bütün olarak görürseniz devletin milletiyle nasıl kaynaştığına da şahitlik etmiş olursunuz. Aksi takdirde köylüyü “milletin – devletin hamalı”, şehirliyi de “devletin sahibi – köylünün efendisi” olarak görür ve bu tablodan hayırlı bir netice beklerseniz günün sonunda kimin “efendi” ve kimin de “hamal” olduğunu kendiniz boyun büküp karar verirsiniz. Köylü bir şehirliden size vesselam!...