BIST9.724,50 %-0.42
USD35.1939%0,30
EURO36,7444 %0.74
ALTIN2.968,40 %1.31

TÜRKİYE’DEKİ LAİKLİĞİN “ANAYASAL HAK” VE “YAŞANTI” OLARAK YORUMLANMASI  

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
02 Ekim 2024 09:49

İnsan; maddî, manevî, dinî - millî duygu ve düşünceleri yaşar ve bunları hayatına tatbik ederse “birey” ve “vatandaş” olur. Bunlar; hem “hak” ve hem de “inançların yansıması” olarak karşımıza çıksa da bunların aynı zamanda “teminat” altına alınması gerekir. İşte burada karşınıza “kanunlar” ve bunları hazırlayıp koruyan ve denetleyen “yasama” – “yürütme” ve “yargı” erkleri çıkar. Tüm bu güçlerin üstünde bunları düzenleyen, çerçevesini çizen temel bir yasa vardır, işte buna da “anayasa” deniliyor.

Anayasalar; halk, toplum ve milletlerin inanç – ihtiyaç – beklenti – kültür – gelenek – görenek – örf ve âdetleri, millî duygu ve düşüncelerine göre hazırlanır, yürürlüğe konulur, böyle de olmak zorundadır. Anayasalar hazırlanırken hem bunlar ve hem de millet “yok” sayılamaz, göz ardı edilemez. Milletle inatlaşarak “Ben yaptım, oldu!” deyip despot bir zihniyetle – vesayet etkisiyle “anayasa” lar yapılamaz, yorumlanamaz, uygulamaya konulamaz. Böyle bir uygulamayla halkın karşısına çıkarsanız; hem “anayasal” bir suç işlemiş ve hem de vicdanlarda mahkûm edilmiş olursunuz. Geçmiş anayasalara baktığımız zaman yıllarca bu hatanın yapılmış olduğunu görürsünüz.

100 yılını geride bıraktığımız ve geçmişiyle bir türlü yüzleşemediğimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti, cumhuriyetin kuruluş ve ilk yıllarında “devlet” leşme tohumlarını ektiği zaman Osmanlı’dan kalan tüm “miras” ları bağrından söküp atmaya çalışmış, “din” ve O’nun kurumlarını çağrıştıran ne kadar “yapılanma” varsa hepsi bir bir ortadan kaldırılmış cemaat – tarikat – tekke – zaviye – medrese gibi dinî eğitim – öğretim – ibadet ve vecibe alanları kapatılmış, devrin şeyh - molla – evliya gibi kanaat önderleri / din adamları tek tek asılarak millete gözdağı verilmeye çalışılmıştır. “Kapalı devre” yaşanılan ve sonrasında da “tek partili” hayattan “çok partili” hayata geçişe kadar olan bu süreç (1920 – 1946 yılları), milletin sinesine bir hançer gibi saplanmıştır.

1946 yılı itibariyle çok partili hayata geçiş yapıp sözüm ona “demokrasi” yle (!) tanışan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşunda yaptığı 1921 ve 1924 anayasaları ile sonrasında yaptığı 1961 - 1982 anayasalarında da inançları “teminat” (!) altına almak için “Batı’dan devşirme” olan “laiklik” ilkesini hem “kurucu parti” (CHP) programına koymuş ve hem de devletin kuruluş ilkeleri olarak anayasalarımıza girmiş, yıllarca yanlış bir şekilde uygulatılmıştır.

Laikliği basit bir tanımla; “Din ile devlet işlerinin, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılması ve birbirine karıştırılmaması”, diğer bir ifadeyle “birinin, diğerinin alanına müdahale etmemesi” şeklinde tanımlamayıp bu şekliyle de ezberlettiler. Ancak ilk dört maddedeki “cumhuriyetin nitelikleri” kısmında “taahhüt” altına alınıp “değiştirilmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diye belirtilen “laik devlet” ilkesinde; T.C. Devleti’nin nasıl laik bir devlet olacağı tanımı yapılmamış, ezberletilen tarif ve mantığın aksine yapılan uygulama – icraat ve politikalar da bunun tam tersini göstermiştir. Anayasalar; elbette ki “yemek tarifi kitabı” ya da “makine kullanma kılavuzu” na da benzemez ancak muğlak, tanımı ve tarifi yapılmamış manzumeler bütünü de değildir.

“İnancın teminatı” olarak gösterilen ve anayasal bir “hak” olarak da kanunlaştırılan “laiklik” in getirilmesi ve sonrasında yapılan her şey; daha çok mütedeyyin kesime karşı uygulanmış adeta sağ gösterilip sol vurulmuştur. Mütedeyyin kesim, her seferinde laiklik yumruğunu yiyerek öyle bir sindirildi ki adeta inanç bakımından ölüp ölüp dirildi ve ne yazık ki “laik devlet” – lafta da olsa bile - halkıyla “helalleşme” yi çok gördü.

Osmanlı’nın “ferman” larından sonra bu topraklarda başlayan Batılılaşma hastalığı öyle bir boyuta geldi ki, her getirilen “yeni” şey, “iyi” zannedildi. Laiklik de bu furyadaki nasibini aldı ve “iyi” zannedildi. Aslında bu, Batı’da “iyi” olabilir ancak bizde Hristiyanlık değil İslamiyet denilen “teslimiyet” dini vardı, dolayısıyla hem inancımıza ve hem de millî bünyemize ters ve bir o kadar da aykırı bir “ilke” ydi.

Din ve devlet ya da devlet ve din işlerinin ayrılmasını isteyen askeriye ve onun arkasındaki vesayet unsurları laiklik ilkesini mütedeyyin kesime karşı bir “baskı aparatı” – “zulüm aracı” olarak kullandılar. Bu ilke bahane edilerek; darbeler – balans ayarları yapıldı, muhtıralar verildi, iktidarlar al aşağı edildi, üniversiteler başta olmak üzere devletin tüm eğitim kurumları başörtülü kadınlar ile sakallı erkeklere kapatıldı, devletin ordusu – Mehmetçik ocağı milletine düşman edildi, “kamusal alan” diye tarif edilen tüm mecralar yozlaşmanın – yasaklı zihniyetin aleti haline getirildi.

Tüm baskı, vesayet, aparat ve unsurlarıyla birlikte “dinsizlik” olarak algılanıp uygulatılan ve bunun yanı sıra parti bile kapattıran, çıkış kaynağını bile gündüz ışığında mumla arattıran laiklik; aslında bize – inancımıza ve hayatımıza uygun bir ilke değildi, olmamıştır.

Bizim doğal halimiz ve devlete olan bağlılığımıza pek de uymayan laiklik, bir yönüyle de son zamanlarda yaşanılan olaylardan– bilhassa 15 Temmuz 2016 darbeye teşebbüs ve hain kalkışması, devlet – cemaat - siyaset ilişkileriyle ayyuka çıkan şikayetlerden - sonra “bak, biz demiştik!” serzenişini de haklı çıkardı. Bu konuyla ilgili tedbirler alınmasa da haklı çıkartmaya devam edecektir. Ancak bu, “kurunun yanında yaş da yanacak!” diye de sinemize – inancımıza aykırı olan ve uymayan bu ilke; artık tarifi ve tanımı yapılarak “anayasa” ya konmalı, güncellenip farklı metotlar uygulanmalıdır.

Siyasî arenada “ideoloji” üretmedeki beceriksizlik ve basiretsizliğimiz ile elde ettiğimiz ama bir türlü muktedir olamadığımız iktidarlar ve onların söylemleri yüzünden laiklik gibi ilkelerin ekmeğine yağ sürülse ve sağ cenahtaki siyasetin ardında hep bir “siyasal İslam” aranılsa da “laiklik”; sürekli olarak “aparat” – “baskı aracı” – “vesayet unsuru” olarak kullanılacak ve “dinsizlik” olarak algılanmaya devam edilecektir. Anayasanıza ne kadar bir “hak” ve “teminat” olarak koysanız da bu ilkenin tanımı ve tarifi yapılmadığı sürece hazırlanacak olan herhangi bir anayasa “sivil” olmayacağı gibi halkın iradesini de yansıtmayacak, yansıtamayacaktır.

Cumhuriyet rejimi, demokrasi kültürü ve “Türkiye Yüzyılı” nı yaşayacağımız ikinci yüzyılda vesayet, kriz, darbe, muhtıra, balans ayarı gibi anti demokratik müdahale ve uygulamaların konuşulmayacağı, halk ve milletimizin baş tacı edileceği huzur – sükûnet ve sıkıntısız bir hayatın sürdürüldüğü vatanda hüküm sürmemiz ve yaşamamız zor olmasa gerek!...

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı