VATAN, DİL, BAYRAK VE MARŞ SEVGİSİ ÜZERİNE
Günay Ertan Akgün
İnsan; bireyden halka, halktan topluma ve oradan da başta “ırk” olmak üzere kendilerini bir arada toplayan ve manevi özelliklerle bağlanıp birlik – beraberlik duygusuyla yaşayınca “millet” olur. Nüfus ve nüfuz bakımından belli bir çokluğa erişen millet de “millî devletler” i oluşturur.
Eski tüfek solcuların deyimiyle “ulus devlet” dahi olsanız bile bir devletin “millî” olabilmesi için esas olan gösterge; o coğrafyada yaşayan millet nüfusunun çok olması, azınlıkta kalmamasıdır. Azınlıkta kalan bir millet ya da toplama halk ve milletlerle oluşturulan devlet; ulus ya da millî devlet olamaz tam aksine zulüm diktatoryası olur. İşte ABD başta olmak üzere “millî” olamayan birçok devlet bu diktatoryanın bir sonucu olarak “zalim” olmuş, zulmüyle anılmıştır.
Bireyden “çadır” a, çadırdan “oba” ya, obadan “beylik” e, beylikten “devlet” olmaya ve oradan da Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmayla noktalanan süreç içerisinde Türk Milleti; hangi coğrafyada olursa olsun kendini devletiyle özdeşleştirmiştir. Türk demek “devlet” demek, devlet demek de “Türk” demektir. Bu yüzdendir ki devletimizin adlarında da hep bir “Türk” ibaresi yer almış ve en son devletimiz de– Türk’e has, Türklerin devleti anlamına gelen – Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur.
Türk; hangi coğrafyaya – dünyanın hangi kıtasına giderse gitsin önce “vatan” sız ve sonrasında da başsız yaşayamaz, yaşamamıştır. O baş da onun “devlet” idir. Türk’ün; nal sesleri ve kılıç şakırtılarının yankılandığı her bir coğrafyada merhamet duygusuyla hareket etmiş, coğrafyasını önce kendisine ve sonra da diğer halk ve tebaalara “vatan” olarak belletmeyi de bilmiştir. Türk; vatanında değilse bilin ki gurbet ellerdedir, er ya da geç bir gün geri de dönecektir. Türk, eğer kendi vatanında değil de gurbet elleri kendine “yurt” edinmişse biliniz ki bir gün orayı da kendine “vatan” belleyip ölünceye kadar orada yaşayacaktır.
Biz Türkler; tarih boyunca sürekli savaşmış olsak ve “savaşçı bir millet” olarak tanınsak da bunun en büyük sebebi; kan dökmeyi seven bir millet olduğumuzdan değil, vatanımızı korumak ve bunun üzerinde dolaşan namertlerin ayaklarını (bu altı şehit – evliya ve üstü de ayrı bir kutsallıkla dolu olan) topraklarımıza bastırmamak ve vatanımızı kimselere çiğnetmemektir. “Vatan aşkı” yla birlikte şehadet şerbeti içen merhum Muhsin YAZICIOĞLU’nun da dediği gibi “Kan dökmeyi seven bir millet değiliz ancak söz konusu vatan ise; dünyanın şah damarını keseriz!...”
Bizler, vatanı; bilgisayar markası, sosyal medyanın sulandırılmış gündem konusu, basit bir coğrafya – kara parçası olarak görmedik, böyle de bilmeyiz. Bizler vatanı; uğrunda ölürsek “şehit”, yaralanırsak “gazi” olacağımız inancına sahip olarak hep koruduk, kolladık, kollarız. Birileri bizim şehadete koşarak – gitmemize ve kefenle dolaşmamıza gülüp geçebilir ama bizi “biz” yapan da bu inanç ve iman olduğu için hem bugünlere kadar geldik ve hem de millet olarak devletsiz kalmadık.
Türk; kendi başını verir ama adına “devlet” dediği başı asla vermez ve bu yüzdendir ki yüksek bir sesle; “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” der, diyecektir. Netice itibariyle, Türklerin vatan sevgisi; hem millî, hem itikadi ve hem de insanî bir duygudur. Bu duyguyu test etmek ve karşılığını almak isteyenler, buyursunlar; NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!...
**********
İnsanlar arasında konuşma (iletişim) ve yazmayı sağlayan en önemli araç, “dil” dir. Dil; adına “alfabe” dediğimiz harf ve sembollerden oluşur. Harf ve sembollerden kelimeler, kelimelerden de cümleler oluşur. Her dilin kendine has bir gramer yapısı vardır. Bu yapı, dünya çapınca ait ve bağlantılı olduğu “diller” den de oluşur. Dillerin, kendilerine ait kelimeleri olduğu gibi diğer dillerden de etkilenerek “transfer” yoluyla kelimeler devşirir.
Milletler, kendi dilleriyle anılırlar. İngilizlerin İngilizcesi, Almanların Almancası, Fransızların Fransızcası, Rusların Rusçası olduğu gibi biz Türklerin de Türkçesi vardır. Dili korumak; hem milletinizi, hem milliyetinizi ve hem de devletinizi korumak gibidir. Bunun içindir ki, dil; konuşulmadığı – yazılmadığı ve korunmadığı sürece özelliğini yitirir ve “millî” olmaktan da çıkar. Türkçemiz, şu an bu kaderi paylaşıyor.
Ural – Altay dil grubunun bir kolu olarak oluşturulan, konuşulan ve yazılan dilimiz; hem gramer yapısı ve hem de edebi bir dil olması bakımından oldukça zor bir dildir. Ancak yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan bir dil olması bakımından da oldukça kolay ama yabancılar için de telaffuzu zor bir dildir.
Dilimize; başta ticarette konuşulan İngilizceden, tekstil ve modada kullanılan Fransızcadan, edebiyattan bilhassa tercüme edilen kitaplardan ve meslekî terimlerden kelimeler geçmiştir. Bundandolayı da dilimize birçok yabancı kelime girmiş ve güzel Türkçemiz, Turkishçeye dönüştürülmüştür. Ayrıca milletimizdeki yabancı marka hastalığı başta olmak üzere gündelik hayatta kullandığımız ve bağımlısı olduğumuz sosyal medyadan da çok sayıda yabancı kelimenin girmesiyle birlikte, dilimiz; doğal ve akışkan halini kaybetmiş, devletimiz de sağ olsun bu konuda üstüne düşeni yapmıştır (!).
Ne yapmamız gerekiyor;
Yabancı marka hastalığı başta olmak üzere tüm ürünlerin marka, reklam ve tabela panoları ile şirket isimleri Türkçe olmalı, haber programları ile tartışma – film ve dizilerde de mutlak bir şekilde “bülten” ve senaryolar dil bilimciler tarafından okuyup değerlendirilmeli, izleyici ve toplum karşısına çıkacak olan kişiler mutlak bir şekilde diksiyon ve telaffuz kurslarında yetiştirilmeli, önüne gelen dil ve edebiyat konularında ahkam kesmemeli, dilimizi sadece toplumun sokak ağzıyla konuştuğu ve edebi yönü olmayan bir dil olmaktan kurtarmalı, Türk’e has dilimizi gerçek manasıyla Türkçe olarak koruma altına almalıyız.
Ve adında “Türk” olan “Dil Kurumu”, uyuma!...
Ne diyelim, Necip Fazıl’a müracaat edelim;
“Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim…
Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim.
Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim,
Allah, Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim!...”
*************
Obadan devlet olmaya doğru bir serüven yaşayan ve bunu da tarihe altın harflerle kazıttıran Türkler; hem ticaret yollarındaki seferlerde, hem savaşlarda, hem kız alıp – vermede at üstünde ve arabalardaki düğün konvoylarında, hem asker uğurlama ve meslekî yemin törenlerinde, hem şehit evlerinde ve hem de resmi kurum – kuruluşlarının önlerdeki gönderlerde “bayrak” asar, taşır ve bir “kutsal emanet” gibi ona uzanan elleri de kırar, kırmıştır. Bununla ilgili çok sayıda örnek vermemize gerek olmasa da en son Kıbrıs’taki bir Rum’un gönderdeki bayrak direğine tırmanarak uzatmaya çalıştığı o kirli elin nasıl kırıldığına – pardon nasıl gebertildiğine- bakmanız yeterli olur.
Türkler için “bayrak”; bir “bez parçası” değil, “şehadet sembolü” ve bunun üzerinden var olma göstergesidir. Anayasasında koruma altına alınsa ya da alınmasa da Türk; Amerikalılar gibi bayrağı yerde ya da kıçında değil, kalbinde taşır. Türk, bayrağını “namus” beller ve onu her zaman kutsallarının arasına saklar. Bunun içindir ki Türk’ün “namus” olarak bellediği üç kutsalı vardır, bunlar; Kur’an, bayrak ve kılıçtır. Ölümü (kibarlık olsun diye böyle yazıyorum, gebermeyi) göze almak isteyen varsa bunlara el uzatsın. Böylelerini lağım çukurları dört gözle bekliyor, bizden söylemesi!...
Bu günlerde “Anayasa Değişikliği” üzerinden yapılan tartışmalarla gündeme gelen ve ilk dört maddedeki “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” lerin arasında yer alan bayrağımız yerine başka bayrak arayışına girmek ve paçavraları “gönder” lerde asmak isteyenler var. “Gönder” i onlara hediye etmek isteriz, ancak onun da “şanlı bayrağımızı dalgalandırmak” gibi bir görevi var, gönderemeyiz!...
Bayrağımızdaki - ay ve yıldızın birleşmesinden oluşan - “Ayyıldız” Türk’ün – Türkleşmenin sembolü ve al renk ise şehadet kanımızdır. Bayrak, rengini döktüğümüz kanlardan almıştır. Bu kanda boğulmak ve kendi kanını “hiç” etmek isteyen varsa buyursun meydanlar bizimdir!...
Yine merhum Muhsin YAZICIOĞLU’na kulak verelim;
“Bu bayrak öyle bir bayraktır ki; İçinde “vatan” vardır, dökülen “kan” vardır, iki cihan vardır, “din” vardır, “iman” vardır.”
***********
Türkler; tarih boyunca vermiş olduğu mücadeleyi sembolleştirmek, dünya düzenindeki yerini alabilmek ve “devlet” olduğunu tüm dünyaya gösterebilmek, uluslararası ilişkiler – törenler ve karşılamalarda seslendirilmesi için – her devlette de olduğu gibi – bir bizim de bir Marşımız olmalıydı.
1921 yılında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından “İstiklâl Marşı Yazma Yarışması” düzenlenmiş, kazanan yarışmacıya ise o zamanın parasıyla 500 lira ödül verileceği de duyurulmuştu. 724 şairin katıldığı yarışmayı, Mehmet Akif ERSOY’un “Kahraman Ordumuza” adlı şiiri kazandı. ERSOY, verilen 500 liralık ödülü de kabul etmeyip Hilal – i Ahmer (Kızılay) bünyesinde kadın ve çocuklara iş öğreten ve savaş cephelerine elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.
12 Mart 1921 cumartesi günü saat 17.45’de “ulusal marş” olarak kabul edilen “İstiklâl Marş” ımız; diğer devletlerin marşlarındaki gibi basit bir “şiir” değil, hem Türk’ün özelliklerini anlatan bir “övgü”, hem Kurtuluş ve var olma mücadelesini anlatan bir “destan”, hem vatan - devlet ve gelecek neslimiz için bir “dua”, hem iç ve dış tehlikelere karşı tedbirli – temkinli olmamız için anlatılan bir “nasihat” ve hem de devlet olduğumuzu kanıtlamak için bizlere “miras” olarak bırakılan kutsal bir “emanet” tir. Sırf bu yüzdendir ki, ERSOY; “Allah, bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!...” diye dua de etmiştir.
İstiklâl Marşı’nı törenlerde – karşılamalarda, devlet ricali ile özel ve anlamlı günlerde “gündem başlangıçları” nda okumak istemeyen, okunurken – dinlerken lakayt davrananlar, basit bir kutlama şiiri gibi davrananlar; ne bizim “sevgi” mizi ve ne de “sabrı” mızı test etmeyin, altında kalırsınız!...
Evet!... Bizi “biz” yapan değerlerimize sahip çıkalım ki, birileri de bizi “biz” likten çıkartmaya çalışmasın!...
Netice itibariyle;
“YAŞASIN TÜRK MİLLETİ, VAR OLSUN TÜRK DEVLETİ!...”