BIST9.777,46%-0,53
USD34.1698%0.04
EURO38,1584%-0.23
ALTIN2.920,22%-0.45

Anayasanın değiştirilemez maddeleri üzerine kafa yormak

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
27 Eylül 2024 10:18

1982 Anayasası, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin bir ürünü olmakla birlikte ara ara değiştirilen maddeleriyle “sivil” yapılmaya çalışılsa da bu konuda hiçbir iktidar tam olarak “başarı” sağlayamamış, “değişikliği” konusu hem iktidarların ve hem de muhalefetin gündem belirleme aparatı olmaktan da ileri gidememiştir. Anayasa değişikliğiyle ilgili olarak seçim öncelerinde verilen vaatlerin ya hiçbiri tutulmamış veyahut da yapılan kısmî değişikliklerle birlikte anayasa; “yamalı bohça” ya dönüştürülmüş ve bu haliyle bilinçli bir şekilde “gündem” de tutulmaya çalışılmıştır.

1982 Anayasası, birçok parti ve politikacıyı “siyasî yasaklı” hâle getirip “devletin tepesi” ne darbeci asker Kenan EVREN gibi eli kanlı birini oturtsa da aslında bu anayasa “sağ kesim” ve bilhassa mütedeyyin insanlara karşı bir zulüm aracı olarak kullanılmış, binlerce masum - mağdur ve mazlum hapishanelerde çürütülmüştür. Bu işkence ve hapishaneler; birileri için “Medrese – i Yusufiye” olup mektep haline dönüştürülürken, birileri için de “zindan” – “tabutluk” olarak da iliklerine kadar hissettirilmiştir. Bunlarla ilgili yazılan “hatırat” ları okurken bir şey hissetmiyor, vücudunuzun sol tarafında sızı duymuyorsanız; boşuna uğraşmayın, siz zaten “insan” olamamışsınız!...

“Celladına âşık olan mahkûm” gibi 1982 Anayasası’nı savunacağız (!), ne günlere kaldık be!...

Devletin, yargı ve hukuksal anlamda “muhatap” olarak kabul edilebilmesi için mutlak bir şekilde “anayasa” sının olması gerekir. Baş, insan vücudu için ne anlam ifade ediyorsa, anayasa da devlet için o anlamı ifade eder, anayasa “devletin başı” görevini görür. Eleştirsek, tenkit etsek ve değiştirilmesi için de sabah akşam kafa patlatsak da darbe ürünü olan “1982 Anayasası” nın bir an önce “sivil anayasa” haline getirilmesi için değiştirilmesi gerekir. Ancak;

Millet olarak bir şeyi ya hiç değiştirmiyoruz veyahut da topyekûn değiştirmeye çalışıyoruz. Anayasa konusunda da böyle bir mantık yürütülmeye çalışılıyor. Bu; çok yanlış bir yol, metot ve tutum olur. Bu anayasanın elbette ki çoğu değişecek ve böylelikle geçerliliğini de kaybedecek, hükmünü yitirecektir. İlk dört madde hariç olmak üzere diğerlerini uzmanları tartışsın, kafa yorsun ve “sivil” bir şekilde karşımıza çıksınlar!...

Gelin hep birlikte “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diye bilinen o meşhur dört maddeyle ilgili biraz sohbet edelim;

“Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.”

Osmanlı Devleti, acımasız bir şekilde talan ve tarumar edildikten sonra İstanbul’daki padişah ve yönetimi derdest edilmiş, sınırlı bir coğrafya üzerinde büyük bir mücadeleye girilerek yeni bir devletin kuruluş meşalesi yakılmış ve Batılılaşmadan esinlenilerek “yeni devlet” in rejim ve yönetim şekli belirlenmiştir. İradesini halktan (cumhurdan) alan bu yönetim şekli, başlangıçta kendi mucitlerinin Meclis’i oluşturması ve bununla birlikte “yeni devlet” i şekillendirmeye çalışması yer yer tartışma ve faili meçhul siyasi cinayetlere sahne olsa da bir müddet sonra taşlar yerine (!) oturmaya ve cumhuriyet de şekillenmeye başlamıştı.

“Kan” sız devrim olmayacağı (!) üst perdeden dillendirilse ve tüm etki – yetki unsurları yavaş yavaş yerine oturmaya başlasa da bir taraftan “demokrasinin nimetleri” de “Türk usulü” bir şekilde kabul ettirilmeye çalışılmış, zaman geçtikçe “tek partili hayat”; demokrasi ve “sandık iradesi” olarak da görülmüştü, tâ ki 1946 yılındaki “çok partili hayata geçiş” e kadar. Bundan sonra ne mi oldu; Halk, kendi başbakan ve bakanlarının bir hiç uğruna idam edilişini ve kendilerine âdeta altın tepside sunulan (!) demokrasinin nimetlerini (!) buğulu gözlerle seyretmiş oldu. Hani cumhuriyetin en belirleyici unsuru; “halk” tı, onlar sivil iradenin en iyi temsilcileriydi, sevsinler sizin demokrasinizi!...

Cumhuriyet rejimi, gücünü “halk” tan alır. Yalnız buradaki “güç”, oy yoluyla sandıklara yansıyan iradeyi de ortaya koyması lazım. Göstermelik seçim ve sandıklardan çıkan sonuçlar, bu iradenin sonucu değildir. İran, Irak ve Libya devletler de kendilerini “cumhuriyet” olarak görseler de aslında cumhuriyeti işleten “demokrasi mekanizması” nın eksik çalıştırıldığı ve bunu kendilerine göre yontukları yaptıkları her seçimde ortaya çıkmıştır. Bu çerçeveden baktığımız zaman ülkemizdeki demokrasi anlayışının ve sandıklara yansıyan iradenin diğer cumhuriyetlerle kıyas bile yapılamayacağını da görürsünüz.

“Vesayet etkisi” yle belli bir aşamaya gelen zinde (!) güçler, kendilerini sandıklardan çıkan iradelerin üstünde görürler. İhtilal, darbe, muhtıra, balans ayarı ve askerî vesayetin ürünü olan bunun gibi antidemokratik uygulama ve beklentilerle halkın iradesine ipotek koymaya çalışanlar her dönem olur, olmuştur. 28 Şubat zihniyetini bir tarafa bırakıp 1990’lı yıllardan bugüne kadar geçen yaklaşık 35 yıllık süreç içerisinde bu anlayış kısmen ortadan kalksa da Türkiye’de artık demokrasi taşlarının yerli yerinde oturduğunu ve bir “kültür” haline geldiğini görürüz. Bu anlamda, ülkemiz ve onun siyasî uzantısı olan devletimiz, demokrasi yolunu emin adımlarla belli bir noktaya kadar getirmiştir.

“Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” Maddesiyle ilgili olarak onun yerine şöyle bir ifade de yazılabilir;

Türkiye, millî ve demokrasiyle yönetilen bir cumhuriyettir. “Millî” kavramını koymadığınız sürece, ülkeniz; “mozaik” parçalarından oluşan bir renk cümbüşü haline gelir, bölücü – ayrıştırıcı terör grup ve odaklarının ekmeğine yağ sürersiniz. “Resmî ideoloji” olarak millî ve millet kelimesini anayasanın değişmez – değiştirilemez maddeleri arasına koymadığınız takdirde sadece “cumhuriyet” kalır ve bundan da öteye gidemezsiniz. “Cumhur” dan yoksun cumhuriyet, günaydınlar Türkiyem!...

“Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Bu maddenin içeriğine baktığımız zaman “huzur, millî dayanışma, adalet, insan haklarına saygı, demokratik, laik ve sosyal hukuk” gibi kavramların yapılan uygulamalar neticesinde içerlerinin ne kadar da boşaltılmış olduğunu görürsünüz, yaşamaya da devam ediyoruz.

Bir devlet; kendini oluşturan ve adına millet – halk – topluluk dediğimiz insanların dinî inanç, vecibe ve yaşantı şekillerini zapt ü rap altına alamaz, karışamaz. Bunlarla ilgili “yasa koyucu” olamaz, olmamalıdır. Bunu yaptığınız zaman Allah’ın emir ve buyruklarını ortadan kaldırır, Kitabını yok sayar ve inançlarını yaşamaya çalışan dindarları da boş bir et yığını haline getirir, bağlayıcı – kenetleyici , birlik ve beraberlik duygularını arttırıcı “cem olma” ve “toplanma” anlamlarına gelen “cemaatleşme” yi ortadan kaldırırsanız, devlet; hem kendi içerisinde manevi olarak en büyük taşını kırar ve hem de bu enkazın altında kalır.

“Devlet olma” nın olmazsa olmaz koşullarından biri hiç şüphesiz ki “din ve vicdan hürriyetini teminat altına alma, millî dayanışma – adalet ve insan haklarına saygılı bir şekilde toplumun huzur ve sükûnetini sağlamak” tır. (Bunu yaparsanız “sosyal devlet” olur, yapamadığınız takdirde “sosyal” liğiniz; kitabî bir kavram olarak kalır.) Eğer bunu anayasal bir hak ve teminat olarak sağlayamıyor ve vatandaşlarınız arasında başta inanç olmak üzere diğer tüm bileşenlerle ilgili ayrı gayri muameleler yapıyor, taraf tutuyor ve herkesin kendi inancında “özgür” bir ortam sağlayamıyor, birini diğerine göre üstün tutuyorsanız, böyle bir devlet yapısında laik olsanız ne yazar, olmasanız ne yazar!...

Laiklik de “devlet”, kendine kırmızı çizgileri çizer ve bu çizgiler doğrultusunda hak – hukuk gözetiminde bulunur, bulunması da gerekir. “Ben laikim!” demekle, laik olunmaz. Din ile devlet işleri, devlet ile din işleri ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerini sağlamak, devletin aslî görevlerinden biridir. Cemaat – tarikat ve bunların bağlı olduğu dini “çatı” olarak kullanıp devletle olan ilişkilerinizi bunlarla yapmaya başlarsanız, sonuçta; 15 Temmuz gibi kalkışmalar ve hain senaryolarla karşılaşmış, devlet kadrolarını cemaat – tarikat mensuplarıyla doldurduğunuz söylentilerine karşı da boyun büküp “ehliyet – liyakat – sadakat” ı da rafa kaldırmış olursunuz, yanlış!...

Devlet, siyasî bir yapı olarak; ne dindar ve ne de dinsiz olabilir. O, sadece; kendi millet, halk ve toplulukların dinî inançları konusunda garantör- organizatör görevi görür. Kanunî hak, özgürlük ve sorumlulukların çerçevesini belirler. Bunun dışına çıkanlara da gereken cezaî müeyyideleri uygular. Bir taraftan cami yaptırıp, diğer bir taraftan da kilise – havra yıkar ya da kendi cemaatinizden olanlara müsamaha gösterip olmayanlara da cüzamlı muamelesi yaparsanız, bu, sizi “devlet olmak” tan başka her şey yapar.

İşte bahsetmeye çalıştığımız bu tablodan sonra devletin, “din ve vicdan hürriyeti” ve diğer etmenlerle ilgili çıkaracağı tüm kanun – yönetmelik ve kararnamelerin anayasayla birlikte bir çerçeve altına alınması ve bunun da korunması gerekir. Bu anlamda devletin anayasasında da açıkça belirtildiği gibi “sosyal hukuk ve laik bir devlet olma” konusunda bir teminat “olmazsa olmazlarımız” arasında yer almalıdır. Bizdeki laiklik; ne Fransa’daki, ne İtalya’daki, ne Avrupa’nın diğer ülkelerindeki laiklik ve ne de Orta Asya’daki Budist inancı gibi olmaz, olmaması lazım. Tersini yaparsanız; SEVSİNLER LAİKLİĞİNİZİ!.

Adam kayırmacılığının prim yaptığı – kabul gördüğü ve adamına göre adaletin dağıtıldığı söylentilerinin arşa çıktığı bir devlette artık adalete karşı güvensizlik duyulmaya başlanılır. Ayrıca, enflasyon – hayat pahalılığı gibi cep yakan ekonomik göstergelerin bir türlü düzeltilememesi, bırakın millî birlik - beraberlik ve dayanışma içerisinde yaşanılmasını bir apartmanda yaşayanların birbirlerini tanımadığı ya da tanımak istemediği bir toplum düzeninde ne insan hakkı ve ne de huzur – sükûnet olur. Devlet, insanların ve güvenini sağlamakla yükümlü olduğu toplulukların huzurunu “huzurevleri” yapmada değil kenetlenme duygusuyla bir arada yaşatarak sağlayabilir.

“Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı” dır. Başkenti Ankara’dır.”

Bir devletin siyasî - fizikî ve coğrafî olarak bilinmesi, uluslararası arenada “muhatap” olarak kabul edilmesi ve protokollere göre de tanınmasında en belirgin – en büyük göstergelerden biri de o devletin; sınırlarının belirginliği ve korunması, dil – bayrak – marş ve başkentinin olması ve bunların da millîlik çizgisi dahilinde varlıklarının sürdürülebilmesidir.

Türk milleti, Orta Asya’nın bağrında yaratıldığı günden bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları dahilinde sahip olduğu “vatan” üzerinde onu “millet” yapan özelliklerinden en büyüğü “dil” ve “bayrak” tır. “Türkçe” gibi tatlı dilin konuşulduğu ve “bayrak” gibi nazlı gelinin dalgalandığı adeta gökyüzüyle yarış yapar gibi süslediği aziz coğrafyamız; her zaman ve zeminde bizi muhataplarına kabul ettirmiş, boyun büktürmemiştir.

Ne zaman ki sınırlarımız uçsuz bucaksız bir şekilde genişleyip “söz sahibi” olmaya başladık, işte o zaman “baş” olarak da anıldık.Böyle bir coğrafyada etki ve yetkili olarak konumlanmaya başlamak istiyorsanız “başkent” inizin olması da doğal karşılanır. “Başkent olmak”, devletin hem siyasî otoritelerini aynı çatı altında toplar ve hem de diplomat – dış temsilcileri de ağırlayıp diplomasinizi konuşturmuş olursunuz.

Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi Selçuklu ve Osmanlı zamanındaki başkentlerimiz de tarihin eşsiz izlerini devam ettirmekle birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasî olarak başkenti de Ankara’dır ve yerinde bir karardır. Bir devletin başkentinin olmaması ya da bunlarla ilgili farklı alternatifler arayışına girilmesi; hem abesle iştigal ve hem de öküz altında buzağı aramaktan başka bir şey değildir. Bizim başkentimiz; Ankara’dır, bir yere taşınmaz – taşınamaz. Bu konuyla ilgili şaşı bakan – zart zurt öten herkes şunu iyi bilmelidir ki; ERKEN ÖTEN HOROZUN BAŞI KESİLİR!...

“Marş” konusunda da yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlar aynen geçerlidir. “Allah, bu devlete bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmasın!” diyecek kadar canla – başla – kanla ve azimle yazılan İstiklâl Marşı’nın haricinde marş yazmak ve bunu Anayasa’dan çıkartmak isteyen bedbahtlar olabilir. Onlar kendi çöplüğünde debelenip dursunlar, bizim marşımız ve bu konudaki çizgimiz de belli olduğu gibi bunlara karşı olan saygımız da sonsuzdur. İçerdeki protokoller, yurtdışındaki karşılama – olimpiyat- maç ve törenlerde Marşımız okunabiliyor ve büyük bir övünç kaynağıyla seyredebiliyorsak ne mutlu bizlere. Demek ki neymiş; DOĞRU YOLDAYIZ!...

“Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2 inci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”

Anayasa’nın ilk üç maddesini kesin - net bir dille “teminat” altına alamaz ve yasal bir zemine oturtamazsanız; dördüncü maddeye ihtiyaç duyar ve bunları koruma altına almaya çalışırsınız. Bu dört maddeyi değiştirmeyi teklif etmeye çalışanların aklından zorlarının olması lazım.

Bir insan, adına “devlet” dediğimiz “kutsal çatı” altında yaşamayı kabul ediyorsa, başta Anayasa olmak üzere o devletin, tüm kanun – yönetmelik ve kurallarına uymakla, “yasal çerçeve” si belli olan dairenin dışına çıkmamakla mükelleftir, ya beğenecek veyahut da terk edecektir.

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı