BIST9.774,49%0,17
USD34.0671%0.03
EURO37,7692%-0.35
ALTIN2.802,43%-0.02

“SES” GETİREN GELİŞMELER  

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
16 Eylül 2024 12:57

Devleti “devlet” yapan belli başlı göstergeler vardır. Bu, onun; fizikî ve siyasî olarak tanınmasını sağlar. Ancak bir de hem kendi içerisinde ve hem de etrafını çevreleyen dost ve düşmanlar karşısında onu büyük gösteren – muhatap olarak kabul ettiren belli başlı politikalar da vardır. Bu politikalar “kalıcı” olduğu sürece devlet, daha kurumsal bir yapıya bürünür ve çevresinde itibar görür, saygınlık kazanır. Nedir bunlar; savunma (s), eğitim (e) ve sağlık (s), kısacası “SES”tir!..
1 – Savunma Alanındaki Gelişmeler
“Millet” olarak savaşmayı seven ama “devlet” olarak da sürekli bunun ceremesini çeken bir yapı ve anlayışımız var. Yeter ki bir yerde kavga - patırtı – gürültü duyalım; ya onun bir parçası olur ya da barıştıran kesiminde yer alırız.
Savaşmayla övünen milletimiz, her ne şart altında olursa olsun askerden nasıl kaytarılır, bedelli askerlik nasıl yapılır gibi gayri millî konular üzerinde kafa yormaya başladı. Terör karşısında gece – gündüz ve yaz - kış demeden mücadele eden subay / astsubay ya da er ve erbaş tüm askerimiz şehit ya da gazi olduğunda bile bunu tartışma konusu yapacak / sorgulayacak kadar yozlaştı, Mehmetçik ve devletinden kopar hâle geldi.
Söz konusu vatanı olduğu zaman tırmık – tırpan ve kazma – kürekle cepheye, kınalı kuzularının yanına koşan milletimizin – adına “z kuşağı” denilen - yeni nesil torunları, her ne hikmetse dede ve ninelerinin yaşadıklarını yaşanmamış gibi kabul edip gayri millî davranmaya ve gözbebeğimiz TSK’yı tartışmaya başladı. Elbette ki bunda başta 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat gibi darbe ve vesayet etkileri olmak üzere 15 Temmuz gibi hain gecenin de etkileri vardır.
Öte yandan demokrasiye balans ayarı vermeye çalışan “darbeci zihniyet” ile askeri eğitimleri boyunca “vesayet” ten başka bir şey öğrenmeyen, sözüm ona “demokrasiye âşıkmış” gibi gözüken omuzları yıldızlarla (!) dolu olanlara karşı radikal tedbirler almak için “profesyonel ordu” ya geçilmiştir. “Profesyonel ordu” olacaksınız diye askerî hiyerarşi – otoriter yapısının ortadan kaldırılmasının ve ast – üst ilişkisinin laçka bir hâle gelmesine de sebep olmamanız gerekir. “Bu etkiler var!” diye topyekûn bir şekilde ordumuzun karalanma hakkını da kimse kendinde görmesin. Ordumuzun adı ve kurumsal yapısı her ne olursa olsun bu ordu; Mehmetçik’tir, Peygamber Ocağı’dır!...
Teknolojik gelişme, imkân ve kabiliyetlerin artmasıyla birlikte, ordumuz (TSK); bölge ve dünya genelinde hem barışa ve hem de komşuluğa katkıda bulunmaya devam ediyor. “Eğit – donat – yönet” antlaşmalarıyla birlikte bu güzide kurumu bazen Azerbaycan’da, bazen Katar’da ve bazen de Libya’da görebilir, “barışa aracılık” göreviyle Ukrayna ve Balkanlar’da da görebilirsiniz.
BM ve NATO içerisindeki yüzlerce başarısını bir tarafa bırakıp sadece çevremizde cereyan eden olaylara olan katkısı da yadsınamayacak derecede fazla olan ordumuz; içimizdeki terör örgüt ve unsurları ile uyuşturucu mafya ve baronlarına karşı yapmış olduğu operasyonlar ile de sık sık adını duyurmaktadır. Her haliyle “dosta güven, düşmana korku salan” ordumuzla ilgili güzel gelişmeleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğiz!...
“Ordu” muzdan ziyade “savunma” alanında meydana gelen gelişmelerden bahsedelim;
MKE, TUSAŞ, ASELSAN, HAVELSAN, TAİ, BMC, BAYKAR ve ROKETSAN gibi kurum – kuruluş ve şirketlerin silah ve savunma sanayi alanlarında yaptıklarına bir göz atalım;
İHA (insansız hava aracı), SİHA (silahlı insansız hava aracı), T129 ATAK helikopteri, ANKA İHA, eğitim uçağı HÜRKUŞ, insansız hava uçağı KIZIL ELMA, milli muharip uçağı KAAN, karada modern ana muharebe tankı ALTAY, mayına – bombalara dayanıklı pusu korumalı zırhlı personel taşıyıcı aracı BMC Kirpi, 6 * 6 zırhlı personel taşıyıcısı TULPAR ve orta ağırlık sınıfı tank KAPLAN MT ile uzun menzilli bölge hava savunma sistemi SİPER, hava savunma füze sistemi SUNGUR ile HİSAR, lazer sistemiyle geliştirilmiş ALKA, MİLGEM ve ada sınıfı korvetler, TCG Anadolu, ARES 150 HERCULES ve dünyanın da gündemini meşgul eden ve ülkemizin tamamını havadan gelecek saldırılara karşı koruyacak olan hava savunma sistemi ÇELİK KUBBE, vesaire… Ayrıca tabanca ve tüfek üreten Sarsılmaz, TİSAŞ, Samsun Yurt Savunma gibi şirketlerimiz de son zamanlardaki ihracatlarıyla göz kamaştırmaya devam etmektedirler.
Silah ve savunma alanlarında başarılara imza atılan her bir proje ve üretimin arka planında elbette ki vatan aşkı – memlekete hizmet etme sevdasıyla yanıp tutuşan gençlerimiz olsa da aynı zamanda da bu hamleyle birlikte etrafımızı çevreleyen düşman devletlere ve onları kukla gibi oynatan efendilerine karşı bir gözdağı vermek de hedeflenmiştir.
Savunma; bir devletin omurgası demektir. Eğer bu omurga olmazsa, sizler; ayakta duramaz, kimseye kafa tutamaz, ülke güvenliğinizi hem içeride ve hem de dışarıda sağlayamazsınız. Bizi etrafımızdaki aşiret devletlerden ayıran en büyük özellik de budur. Geldikleri gibi gitmeyip bize bırakılan hıyanet tohumlarının ara sıra cıyaklamalarını saymazsak ülke genelimizin tamamı da bizim gibi düşünmektedir.
Netice itibariyle;
“Dosta güven, düşmana korku salan” ordumuz (TSK) olmasaydı, şu anki halimizin ne olacağını düşünmek bile istemiyorum. Tilki ve çakallara şapka çıkartacak derecede hinlik içerisinde olan, yüzümüze gülüp arkamızda kuyu kazan ABD ve başta İngiltere – Almanya olmak üzere Avrupa devletleri de aç kurtlar gibi bizi yiyip mideye indirmenin derdindeler. Bu akbabalar; leş olmamızı bekliyorlar, çok beklersiniz!...
2 – Eğitim Alanındaki Gelişmeler
Eğitim; ana rahminden başlayıp mezarda biten manevi bir olgu, sosyal bir donanım, kalite göstergesi, farklı kılınma zırhıdır.
Kişiyi diğer bireylerden ayıran en önemli gösterge, almış olduğu ve bunun neticesinde sergilediği “eğitim” dir. Bu eğitimin en büyük göstergesi ya da karşı tarafa yansıyan görüntüsü; aileden aldığı ve bunu anaokulu – kreş ve ilkokul eğitimiyle pekiştirdiği öğrenimleriyle gösterir, ortaya koyar. Bataklıkta bülbülün, gülistanda sivrisineğin ne işi var?!...
Devletler, iyi eğitim almış bireylerin omuzunda yükselir ve anlam kazanırlar. Ancak bir devlet, eğitim sistemiyle birlikte birey ve vatandaşlarını iyi yetiştirmezse bundan iyi bir ürün alınamaz. “Ektiğini biçmek” terimi sanki tam da bunun için söylenmiştir.
Eğitim; sadece pozitif ilimlerden oluşmaz. Eğitimin mayasını aynı zamanda da “inanç – iman” eğitimi dediğimiz “din eğitimi” oluşturur. Din eğitimiyle birlikte; hem dünyanızı ve hem de ahiretinizi kazanmış olacağınız gibi kurtuluşunuza da vesile olur.
“Dinî Eğitim” i; gerici, yobaz, asırlar öncesinde kalmış – güncelliğini yitirmiş gibi göstermek ve bu algılarla insanlara hüküm taslamaya çalışmak, bireylerin; toplum ve devlet ilişkileri açısından ana hayat damarlarını koparmak gibidir. Dine bakış açınızı değiştirmediğiniz ve dini eğitimden yoksun bir şekilde geleceğinizi dizayn etmeye çalıştığınız sürece günün sonunda hüsranla karşılaşmış olursunuz. Bireyler için “dini eğitim” şarttır ve “olmazsa olmaz” dan öte neredeyse farzdır.
Devletimiz, “dini eğitim” konusunda da çok cahil kalmış, yanlış müfredat – metotları bireylerin beyinlerine kazırken hep bir ideoloji – izm ya da dünyalık safsatalarla doldurmuş ve günün sonunda da kof bir nesil elde etmiştir.
Dini “kültür”, ahlâkı “etik” yapıp kavramların adını ve muhteviyatını boşaltan zihniyet; dinsiz ve ahlâksız toplumu normalmiş gibi görür ve her absürt – kabul görmeyen hareket sıradan hâle gelir. “Eskiden böyle değildik!” serzenişinin arkasında aslında “eski insanlar böyle değildi!” itirafı olmalıydı. Günümüz insanı bozuldu, gen ve anatomik yapısına her türlü hile – desise – ahlâksızlık – inançsızlık bilinçli bir şekilde yerleştirildi ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başlıyoruz. Herkesin, toplumumuzun her kesiminin bu olumsuz tabloda büyük bir payı vardır. Herkes bundan kendine düşen hisseyi almalıdır.
1980 öncesi din bilgisi, ahlâk bilgisi ve adabı -ı muaşeret (edep – görgü kuralları) ayrı ayrı üç ders olarak okutulurdu. Sonrasında “Batılılaşma tarzı (Avrupaî) eğitim” gelip müfredat içerisine yerleştirilince “din kültürü ve ahlâk bilgisi” diye bir dersle tanıştırılmış olduk. Sizler, dini; “kültür” olarak görüp yaşar, onun kitabından – peygamberinden uzaklaşırsanız, sonuçta ortaya deist – ateist – dinsiz – iman ve inançsız bir nesil çıkar. Anlayacağınız dilden konuşmak gerekirse; kültür “insan yapımı”, din “Allah yapımı” dır. İnsanla Allah’ı karşılaştırıp kıyas yapacak kadar gaflet ve dalalete düşerseniz; kıyametin kopmasını bekleyin. “Kıyamet; kopmadı, kopmuyor!” diye düşünüyorsanız şayet, yaşadığınız her bir rezalet sizler için bir kıyamettir. Her gün karşılaşmış olduğumuz iğrençlik ve rezillikler, insanlığın sonunun geldiğinin bir göstergesi, kıyametidir.
Maneviyatından kopup millîlikten uzaklaşmış, “aile” kavramının içinde yer almamış, toplumun istek – heves – beklenti ve ihtiyaçlarını bilmeyen bir nesil; kendi gibi bireyleri dünyaya getirir, yetiştirir. Böyle olacaksa o bireyin evlenmesi ve topluma nifak tohumlarını miras olarak bırakması, yanlışların en büyüğü olur. Geldikleri gibi gitmeyip her türlü pisliği – melaneti aziz vatanımızın kutsal topraklarında bırakan – bıraktıran zihniyeti, eleştirmemize – tenkit etmemize ve defetmemize rağmen, halen daha aynı cenah ve zihniyetle bir arada yaşıyoruz. İşte bu da bizim için bir kıyamettir.
“Kıyamet”; sadece ve sadece dağların – taşların – tepelerin dümdüz olması, yanardağların patlaması, denizlerin altının üstüne gelmesi, deprem gibi hadiselerin yaşanarak insanların topyekûn bir şekilde ölmesi demek de değildir. Kıyamet aynı zamanda da maneviyattaki çöküntü, aile kurumundaki yozlaşma, Ad - Semud – Lût kavimlerinin rezilliklerine taş çıkartan toplumdaki pislikler, diz boyu rüşvet – adam kayırma - ahlâksızlık – hırsızlık – hakka rıza göstermeme, sosyal çöküntü, kalabalık yalnızlık, saygı ve sevgi kavramlarının yok olması da demektir. Yoksa başlı başına kıyamet; doğanın ve insanların topyekun bir şekilde ortadan kaldırılması demek de değildir.
22 yıllık iktidarında 19 kez sınav sistem ve müfredat değişikliğine giden bir eğitim sistemini “reform” olarak gördük ve ne yazık ki eğitimde sınıfta kaldık. “Bedava kitap dağıtımı” nı ve seçmeli olarak “Osmanlıca” ve “Kur’an – ı Kerim” derslerinin müfredata eklenmesini “reform” olarak görüp millîlikten uzak bir sistemi millete empoze etmeye çalıştık, öğrencilerimizi kitap – defter ve sınavlarla yüklü merkepler haline getirdik, okulu bitirdiğinde bitirdiği okulun ağırlığını bilmeyen – taşımayan mezunlar yetiştirdik, meslek liseleri ve sanat okullarını tarihin dehlizlerine gömdük, ara eleman yetiştirmeyi külfet gördük, her ile mantar gibi üniversite açıp işsiz mezunlar ordusunun neferlerini arttırdık, bir taraftan üniversite mezunu sayılarını arttırırken diğer bir taraftan da diplomalı gençleri kof bir nesil haline getirdik, bilim – meslek – akademik hayat ve adına ne derseniz deyin kendi alanında başarı sağlayan – uluslararası literatüre geçen doğru dürüst isimler yetiştiremedik, tek gayemiz üniversite mezunu yetiştirmek oldu. Bunun ceremesini çoktandır çekmeye başladık ama bunu da gören olmadı, bu devran nereye kadar gidecek çok da merak ediyorum!...
3 – Sağlık Alanındaki Gelişmeler
Sağlığın ne derecede önemli olduğunun altını şu sözlerle asırlar önce Kanunî Sultan Süleyman çizmişti; “OLMAYA DEVLET, CİHANDA BİR NEFES SIHHAT GİBİ!...” Hem Türkiye’de ve hem de dünyada yaşayan tüm insanlık da korona virüs sürecinde sağlığın ne olduğunu anlamıştı, daha doğrusu birileri bu mikrop sayesinde anlatmaya çalışmıştı.
Devletler; “sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur!” gerçeğini yaşatan bireylerle sağlıklı kurumlara ve radikal tedbirlere göre hareket eder. Sağlıksız bir bireyden, sağlıklı politikalar ve verimli çalışmalar bekleyemezsiniz. Vicdanı bulanık, ahlâkı bozuk, vücudu çürümüş, beyinleri kof bir hâle gelmiş bireyler, devlet yönetimine talip oldukları zaman kurumları da kendilerine benzetir, devleti işleyemez hâle getirir ve sürekli olarak 100 yıllık cumhuriyetin hantal olduğundan bahseder, devletin çalışamaz halde olduğunu şikâyet edersiniz. Halbuki sorun bir çözüm aynı; Sağlık alanında yapılacak her türlü reform, düzenleme – kalıcı sistem gibi değişiklikler, bireyleri de daha taze dipdiri tutar ve verimli olarak kullanılmasına sebebiyet verir. Birey sağlıklı değilse, devlet te; hasta, verimsiz olur ve sonrasında da ölür!...
2002 yılı öncesindeki sağlık sisteminin nasıl çürüdüğünü, insanlara hizmet verilmediğini ve hastane koğuşlarının Topkapı otogarını andırdığını, sigorta kurumları başta olmak üzere hastanelerin kaderlerine terk edildiğini, uçsuz bucaksız ilaç kuyrukları ile randevu sistemindeki sıkıntıların nasıl baş gösterdiklerini, mezarda randevu verildiğini, kadınlara prostat – erkeklere de hamilelik gibi yanlış teşhisler konulduğunu, hastanelerin arpalıklar gibi soyulduğunu acı bir şekilde gördük, biliyorduk.
2002 yılına kadar hastaneler tam bir kokuşmuşluk içerisinde hizmet vermeye devam ediyordu. Doktorların ve diğer sağlık personellerinin yetersiz oluşu, uzman alanlardaki doktor sayılarının yetersiz oluşu ve bunlara benzer ne kadar olumsuz durum – sıkıntı varsa bunların her biri o zamanki görsel medyada gündem konusu oluyor ve üzülüyorduk. Devlet ve kurumları nasıl bu hâle geldi, sağlık sistemi nasıl çöktü?!...
2002 yılında AK Parti’nin iktidar olması elbette ki sağlık alanında da güzel gelişmelerin yaşanmasına vesile oldu. Ordu - devlet ve SGK kurumlarına ait tüm hastanelerin birleştirilerek “tek çatı” altında toplanması ve sonrasında da yeni ve modern hastanelerin artması, ülkemizin Edirne’den Kars’a şehir hastaneleri ile bölge hastanelerinin inşa edilmesi, ilaç kuyruklarının ortadan kaldırılması ve “e – reçete sistemi” nin yürürlüğe girmesi, MHRS (Merkezi Hekim Randevu Sistemi)’nin devreye konularak randevu sisteminin sil baştan değiştirilmesi, modern cihazların hastanelere yerleştirilmesi, göz ve saç ekimi gibi estetik cerrahi başta olmak üzere sağlık turizminin revaçta olması ve kabul görmesi, özel sektör hastanelerinde sayı ve kalitenin artması, dağ ve yaylalarda ambülans helikopterlerinin hasta nakletmesi ve bunlara benzer bir dizi olumlu gelişme elbette ki gözlerimizi kamaştırmış ve alkışı da hak etmiştir. Bu sevinç ve alkışlar olmasaydı, AK Parti; 22 yıldır iktidar olabilir miydi, zannediyorsunuz?!...
Koronavirüs sürecinden sonra çok sayıda hekimimizin hayatını kaybetmesi, yüksek enflasyon karşısında da doktorların belli yaşam standartlarının altında kalmasından dolayı başta “uzman hekim” ler olmak üzere birçok hekimimiz yurt dışına gitmiş, ülkemizde geleceklerinin olmayacağı endişesini taşımışlardır. Bu bile sağlık alanında yapılanların yetersizliğine sebebiyet vermiştir. Bir hastanede hekim ve sağlık personeli yoksa hastane binası ne işe yarar? Bunun yanı sıra “sağlıkta şiddet yasası” nın arkasına saklanıp ufak bir kızgınlık da “beyaz kod” veren sağlık çalışanları, hasta ve yakınlarının hallerini anlamamazlıktan geliyor. Hasta yakınlarını psikopat olarak gören ya da psikolojik yardım almalarını öneren, hastaneye giden insanların halinden anlamayan ya da anlamak istemeyen hekim ve sağlık personelinin de kapsamlı bir psikolojik test ve yardımlardan geçmesi gerekiyor. Sadist – züppe kılıklı, işkenceye – kavgaya meyilli insanları müstesna tutarak her hasta yakınını “saldırgan” olarak görüp şikâyet etmek, polis çağırmak çözüm değildir. Halden anlamak, gerçekten de insanî bir vasıftır.
Devletimizi “Türkiye Yüzyılı” na hazırlayacak olan gelişmeleri duyurmaya devam edeceğiz.




Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı